English    Türkçe    فارسی   

5
3993-4042

  • Sebebi örttüğün gibi o suçu da ört.
  • چون بپوشیدی سبب را ز اعتبار  ** دایما آن جرم را پوشیده دار 
  • Çünkü ceza, benim suçumu ortaya koymaktır. Ceza sebebiyle hırsızlığım meydana çıkar.
  • که جزا اظهار جرم من بود  ** کز سیاست دزدیم ظاهر شود 
  • Padişahın, işi anlayınca o hıyaneti örtüp affetmeyi ve kendisinin, Musul padişahına zulmettiği için "Kim kötülük ederse kendine eder" ve "Şüphe yok, rabbin gözetleme yerindedir, seni görür" âyetleri mucibince bu kötülüğe uğradığını anlayıp intikam almaya kalkışırsa, bu zulüm ve tamahın cezasını çektiği gibi o intikamın cezasına da uğrayacağını kestirerek cariyeyi o beye vermeyi kurması
  • عزم کردن شاه چون واقف شد بر آن خیانت کی بپوشاند و عفو کند و او را به او دهد و دانست کی آن فتنه جزای او بود و قصد او بود و ظلم او بر صاحب موصل کی و من اساء فعلیها و ان ربک لبالمرصاد و ترسیدن کی اگر انتقام کشد آن انتقام هم بر سر او آید چنانک این ظلم و طمع بر سرش آمد 
  • Padişah, kendi kendisine suçunu, kabahatini, kızı ele geçirmek için ettiği ısrarı anıp tövbe etti, Tanrı'dan yarlıganmak diledi. 3995
  • شاه با خود آمد استغفار کرد  ** یاد جرم و زلت و اصرار کرد 
  • Dedi ki: Başkalarına yaptığım şeyler, ceza haline geldi, bana gelip çattı.
  • گفت با خود آنچ کردم با کسان  ** شد جزای آن به جان من رسان 
  • Mevkiime güvenip başkalarının eşine kasdettim. Bu kasıt, bana döndü, kuyuya düştüm.
  • قصد جفت دیگران کردم ز جاه  ** بر من آمد آن و افتادم به چاه 
  • Başkasının kapısını dövdüm, o da tuttu, benim kapımı dövdü.
  • من در خانه‌ی کسی دیگر زدم  ** او در خانه‌ی مرا زد لاجرم 
  • Kim, başkalarının karısına kötülük ederse bil ki kendi karısına pezevenklik eder.
  • هر که با اهل کسان شد فسق‌جو  ** اهل خود را دان که قوادست او 
  • Çünkü bir kötülüğün cezası, tıpkı onun gibi olan bir kötülüğe uğramaktır. Suçun cezası, o suçun misli olur. 4000
  • زانک مثل آن جزای آن شود  ** چون جزای سیه مثلش بود 
  • Sen, başkasının karısını, bir sebeple kendine çektin mi aynen sen de onun gibi, hattâ ondan da üstün bir deyyussun.
  • چون سبب کردی کشیدی سوی خویش  ** مثل آن را پس تو دیوثی و بیش 
  • Ben, Musul padişahının cariyesini zorla aldım, benden de onu derhal aldılar.
  • غصب کردم از شه موصل کنیز  ** غصب کردند از من او را زود نیز 
  • Emniyet ettiğim bir adam olan lalam, hain çıktı, bana hıyanette bulundu.
  • او کامین من بد و لالای من  ** خاینش کرد آن خیانتهای من 
  • Kin gütme, öç alma zamanı değil. Ben kendi elimle bir ham iştir, yaptım.
  • نیست وقت کین‌گزاری و انتقام  ** من به دست خویش کردم کار خام 
  • O beye de kin güdersem yapacağım zulüm, yine başıma gelir. 4005
  • گر کشم کینه بر آن میر و حرم  ** آن تعدی هم بیاید بر سرم 
  • Şu ceza, bir kere başıma geldi ya, bunu sınadım, artık sınanmışı tekrar sınamam.
  • هم‌چنانک این یک بیامد در جزا  ** آزمودم باز نزمایم ورا 
  • Musul padişahının derdi, boynumu kırdı âdeta. Artık başkasını incitmem.
  • درد صاحب موصلم گردن شکست  ** من نیارم این دگر را نیز خست 
  • Tanrı, bize mükâfatı anlattı. "Döner, kötülüğe gelirseniz biz de cezanızı veririz" dedi.
  • داد حق‌مان از مکافات آگهی  ** گفت ان عدتم به عدنا به 
  • Burada ileri gitmek, faydasızdır. Sabırdan, merhametten başka iyi bir iş yok.
  • چون فزونی کردن اینجا سود نیست  ** غیر صبر و مرحمت محمود نیست 
  • Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik, bir hatada bulunduk. Ey merhameti büyük Tanrı, bize acı! 4010
  • ربنا انا ظلمنا سهو رفت  ** رحمتی کن ای رحیمیهات رفت 
  • Ben onu affettim, sen de yeni suçumu da affet, eski suçlarımı da.
  • عفو کردم تو هم از من عفو کن  ** از گناه نو ز زلات کهن 
  • Sonra cariyeye sakın dedi, bu senden duyduğum sözü kimseye söyleme.
  • گفت اکنون ای کنیزک وا مگو  ** این سخن را که شنیدم من ز تو 
  • Seni, beyinle evlendireceğim. Tanrı hakkı için sakın bu hikâyeyi bir daha anma.
  • با امیرت جفت خواهم کرد من  ** الله الله زین حکایت دم مزن 
  • Anma da o, benden utanmasın. Çünkü o, bir kötülükte bulundu ama yüz binlerce de iyilik etti.
  • تا نگردد او ز رویم شرمسار  ** کو یکی بد کرد و نیکی صد هزار 
  • Ben, onu defalarca sınadım, ona, senden de güzel kadınları emniyet ettim. 4015
  • بارها من امتحانش کرده‌ام  ** خوب‌تر از تو بدو بسپرده‌ام 
  • Hiç dokunmadı. Bu olan şey, benim yaptığımın cezası.
  • در امانت یافتم او را تمام  ** این قضایی بود هم از کرده‌هام 
  • Bundan sonra o beyi huzuruna çağırdı. Âlemi: kahretmeyi düşünen hışmını yendi.
  • پس به خود خواند آن امیر خویش را  ** کشت در خود خشم قهراندیش را 
  • Ona kabul edilecek bir bahane buldu. Dedi ki: Ben bu cariyeden soğudum.
  • کرد با او یک بهانه‌ی دل‌پذیر  ** که شدستم زین کنیزک من نفیر 
  • Sebebi de şu: Çocuğumun anası, bu cariyeyi kıskanmada, âdeta bir tencere gibi kaynayıp durmada, yüzlerce sıkıntılara uğradı.
  • زان سبب کز غیرت و رشک کنیز  ** مادر فرزند دارد صد ازیز 
  • Oğlumun anasıdır, onun nice hakları vardır. Böylece cevir ve cefalara lâyık değildir o. 4020
  • مادر فرزند را بس حقهاست  ** او نه درخورد چنین جور و جفاست 
  • Kıskançlığa başladı, kanlar yutmada. Bu cariye yüzünden pek şiddetli acılara düştü.
  • رشک و غیرت می‌برد خون می‌خورد  ** زین کنیزک سخت تلخی می‌برد 
  • Hâsılı bu cariyeyi birine vereceğim. Buna karar verdikten sonra azizim efendim, senden daha iyisini bulacak değilim ya.
  • چون کسی را داد خواهم این کنیز  ** پس ترا اولیترست این ای عزیز 
  • Sen onun için canınla oynadın. Artık onu senden başkasına vermek doğru değil.
  • که تو جانبازی نمودی بهر او  ** خوش نباشد دادن آن جز به تو 
  • Onu, o beye nikahlayıp verdi, öfkesini, hırsını kırdı geçirdi.
  • عقد کردش با امیر او را سپرد  ** کرد خشم و حرص را او خرد و مرد 
  • "Onların rızıklarını biz taksîm ettik" hükmünce Tanrı, birisine eşeklerin şehvet ve kuvvetini verir, birine peygamberlerle meleklerin kuvvetini. Baştan hava ve hevesi atmak ululuktur. Hava ve hevesi terketmek, Peygamber'e mahsus bir kuvvettir. Şehvete mensup olmıyan tohumlar, Kıyametten baska bir şey koparmaz.
  • بیان آنک نحن قسمنا کی یکی را شهوت و قوت خران دهد و یکی را کیاست و قوت انبیا و فرشتگان بخشد سر ز هوا تافتن از سروریست ترک هوا قوت پیغامبریست تخمهایی کی شهوتی نبود بر آن جز قیامتی نبود 
  • Onda erkek eşeklerin gücü, kuvveti yoktu. Fakat peygamberlerin erliği vardı. 4025
  • گر بدش سستی نری خران  ** بود او را مردی پیغامبران 
  • Hışmı, şehveti, hırsı terk etmek, erliktir. Bu, peygamberlik damarıdır.
  • ترک خشم و شهوت و حرص‌آوری  ** هست مردی و رگ پیغامبری 
  • Söyle, damarında eşek erliği olmasın da Tanrı onu daima Ulu beylerbeyi diye çağırsın.
  • نری خر گو مباش اندر رگش  ** حق همی خواند الغ بگلربگش 
  • Tanrı'dan uzak merdut bir diri olmaktansa Tanrı'nın görüp gözettiği bir ölü olmam daha yeğ.
  • مرده‌ای باشم به من حق بنگرد  ** به از آن زنده که باشد دور و رد 
  • Şu erliğin içi, sırrıdır, öbürü deriden ibaret. O, adamı cennete götürür, bu cehenneme!
  • مغز مردی این شناس و پوست آن  ** آن برد دوزخ برد این در جنان 
  • Cennetin, hoşa gitmeyen şeylerle çevrildiği, kaplandığı söylenmiş, cehennemin hava ve hevesten meydana geldiği haber verilmiştir. 4030
  • حفت الجنه مکاره را رسید  ** حفت النار از هوا آمد پدید 
  • Ey Eyaz, ey Şeytan'ı öldüren erkek aslan, eşek erliğini azalt, akıl erliğini çoğalt.
  • ای ایاز شیر نر دیوکش  ** مردی خر کم فزون مردی هش 
  • Bu kadar yüzlerce âlemin anlayamadığı şey, sence bir çocuk oyuncağı oldu. İşte sana er!
  • آنچ چندین صدر ادراکش نکرد  ** لعب کودک بود پیشت اینت مرد 
  • Ey benim emrimin lezzetini bulan, ey emrime vefakârlıkta bulunmak üzere canlar veren!
  • ای به دیده لذت امر مرا  ** جان سپرده بهر امرم در وفا 
  • Emre, emrin lezzetine dair mânevi hikâyeyi dinle şimdi!
  • داستان ذوق امر و چاشنیش  ** بشنو اکنون در بیان معنویش 
  • Padişahın, divanda bulunanlara bir mücevher gösterip "Bu ne değerde," diye vezire vermesi, vezirin, mücevherin değerinde ileri gitmesi, padişahın "Kır bu mücevheri" diye emir vermesi üzerine, ben bunu nasıl kırayım, falan filân diye özür getirmesi
  • دادن شاه گوهر را میان دیوان و مجمع به دست وزیر کی این چند ارزد و مبالغه کردن وزیر در قیمت او و فرمودن شاه او را کی اکنون این را بشکن و گفت وزیر کی این را چون بشکنم الی آخر القصه 
  • Padişah, bir gün divana gitti. Bütün memleket büyüklerini divanda toplanmış buldu. 4035
  • شاه روزی جانب دیوان شتافت  ** جمله ارکان را در آن دیوان بیافت 
  • O nurlu padişah, bir mücevher çıkarıp vezirin eline vererek.
  • گوهری بیرون کشید او مستنیر  ** پس نهادش زود در کف وزیر 
  • Dedi ki: Bu, nasıl bir mücevher, değeri nedir? Vezir, yüz eşek yükü altın değerinde bir mücevher dedi.
  • گفت چونست و چه ارزد این گهر  ** گفت به ارزد ز صد خروار زر 
  • Padişah, kır bu mücevheri deyince dedi ki: Nasıl kırabilirim? Senin hazinenin, malının iyiliğini dileyen bir kişiyim ben.
  • گفت بشکن گفت چونش بشکنم  ** نیک‌خواه مخزن و مالت منم 
  • Değer biçilmez böyle bir mücevherin zayi olmasını nasıl reva görebilirim?
  • چون روا دارم که مثل این گهر  ** که نیاید در بها گردد هدر 
  • Padişah vezirin sözünü takdir etti, ona bir elbise ihsan etti. O cömert ve er padişah, inciyi ondan aldı. 4040
  • گفت شاباش و بدادش خلعتی  ** گوهر از وی بستد آن شاه و فتی 
  • O cömert padişah, vezire giydiği elbiselerden başka daha ince ağır elbiseler verdi.
  • کرد ایثار وزیر آن شاه جود  ** هر لباس و حله کو پوشیده بود 
  • Onları bir müddet söze tuttu. Yeni şeylere, eski vakalara ait bahislerde bulundu.
  • ساعتیشان کرد مشغول سخن  ** از قضیه تازه و راز کهن