English    Türkçe    فارسی   

6
1143-1192

  • Öbürüne der ki: Tüyü gör tüyü. Tüyü göremedikçe düğüm açılmaz.
  • گفت آخر چشم سوی موی نه  ** تا نبینی مو بنگشاید گره 
  • Birisi insanı nakışlarla bezenmiş balçıktan bir suret görür öbürü ilim ve amelle dolu bir balçık!
  • آن یکی گل دید نقشین دو وحل  ** وآن دگر گل دید پر علم و عمل 
  • Beden minaredir, ilim ve ibadet kuşa benzer, onu ister üç yüz tane say ister iki tane. 1145
  • تن مناره علم و طاعت هم‌چو مرغ  ** خواه سیصد مرغ‌گیر و یا دو مرغ 
  • Orta görüşlü adam, yalnız kuşu görür, kuştan başka önde, artta hiçbir şey göremez.
  • مرد اوسط مرغ‌بینست او و بس  ** غیر مرغی می‌نبیند پیش و پس 
  • Tüyse, kuşta gizli olan tüydür, kuşun canı onunla kaimdir.
  • موی آن نور نیست پنهان آن مرغ  ** هیچ عاریت نباشد کار او 
  • مرغ کان مویست درمنقار او ** هیچ عاریت نباشد کار او
  • Onun bilgisi daima canından coşar.Ne eğretidir,ne borç!
  • علم او از جان او جوشد مدام  ** پیش او نه مستعار آمد نه وام 
  • Hilâl hastalandı, efendisi onu hor görür, tanımazdı, hastalığını da duymadı. Mustafa aleyhisselâm’ın gönlüne doğdu.Hilâl’in hatırını sormaya,ona geçmiş olsun demeye gitti.
  • رنجور شدن این هلال و بی‌خبری خواجه‌ی او از رنجوری او از تحقیر و ناشناخت و واقف شدن دل مصطفی علیه‌السلام از رنجوری و حال او و افتقاد و عیادت رسول علیه‌السلام این هلال را 
  • Hilâl kazara hastalandı, zayıflamaya, erimeye başladı. Mustafa, vahiyle onun halini anladı. 1150
  • از قضا رنجور و ناخوش شد هلال  ** مصطفی را وحی شد غماز حال 
  • Efendisi, onu, pek hor gördüğünden hastalığından da haberdar olmadı.
  • بد ز رنجوریش خواجه‌ش بی‌خبر  ** که بر او بد کساد و بی‌خطر 
  • O ihsan sahibi ahırda tam dokuz gün yattı. Hiç kimse halini bilmiyordu.
  • خفته نه روز اندر آخر محسنی  ** هیچ کس از حال او آگاه نی 
  • Er olan, erlere padişahlar padişahı kesilen, kendisini yüzlerce akıl, bir deniz gibi kaplayan,
  • آنک کس بود و شهنشاه کسان  ** عقل صد چون قلزمش هر جا رسان 
  • Peygambere vahiy geldi, Allah merhameti dertlilere derman oldu, iştiyakını çeken Hilâl hastadır.
  • وحیش آمد رحم حق غم‌خوار شد  ** که فلان مشتاق تو بیمار شد 
  • Mustafa kadri yüce Hilâl’i görmek, ona geçmiş olsun deyip hatırını sormak için o tarafa doğru yola çıktı. 1155
  • مصطفی بهر هلال با شرف  ** رفت از بهر عیادت آن طرف 
  • O ay, vahiy güneşinin ardına düşmüş, sahabe de yıldızlar gibi onun ardınca gitmedeydi.
  • در پی خورشید وحی آن مه دوان  ** وآن صحابه در پیش چون اختران 
  • Ay “Sahabem yıldızlara benzer. İyilere, doğru yolu gösterirler, azgınları taşlarlar” diyordu.
  • ماه می‌گوید که اصحابی نجوم  ** للسری قدوه و للطاغی رجوم 
  • Beye, o padişah geldi dediler. Neşesinden çılgın bir halde yerinden sıçradı.
  • میر را گفتند که آن سلطان رسید  ** او ز شادی بی‌دل و جان برجهید 
  • O padişahlar padişahını, kendisi için gelmiş sanıp sevinçten ellerini çırptı.
  • برگمان آن ز شادی زد دو دست  ** کان شهنشه بهر او میر آمدست 
  • Aşağıya inip muştucuya canlar saçıyordu âdeta. 1160
  • چون فرو آمد ز غرفه آن امیر  ** جان همی‌افشاند پامزد بشیر 
  • Yeri öptü, selâm verdi. Yüzü, sevincinden gül gibi kızarmıştı.
  • پس زمین‌بوس و سلام آورد او  ** کرد رخ را از طرب چون ورد او 
  • Buyurun, dedi, yurdumuzu şereflendirin de burası cennete dönsün.
  • گفت بسم‌الله مشرف کن وطن  ** تا که فردوسی شود این انجمن 
  • Evim, gökyüzünden üstün olsun, çünkü zamanın kutbunu gördüm.
  • تا فزاید قصر من بر آسمان  ** که بدیدم قطب دوران زمان 
  • O hürmete değer sultan, onu azarlar gibi dedi ki: Ben seni görmeye gelmedim.
  • گفتش از بهر عتاب آن محترم  ** من برای دیدن تو نامدم 
  • Bey; ruhum sana feda olsun, dedi, hattâ ruh da nedir ki? Lütuf et, bu geliş kimin için? Söyle. 1165
  • گفت روحم آن تو خود روح چیست  ** هین بفرما کین تجشم بهر کیست 
  • Söyle de senin lütuf ve ihsan bağına dikilmiş bir fidan olan o zatın ayaklarına toprak olayım.
  • تا شوم من خاک پای آن کسی  ** که به باغ لطف تستش مغرسی 
  • Mustafa, arşın Hilâl’i nerede? Tevazuundan ay ışığı gibi yerlere döşenen.
  • پس بگفتش کان هلال عرش کو  ** هم‌چو مهتاب از تواضع فرش کو 
  • Kullukta gizlenen padişah, o sırları duymak için dünyaya gelmiş er nerede?
  • آن شهی در بندگی پنهان شده  ** بهر جاسوسی به دنیا آمده 
  • O bizim kulumuz, seyisimiz deme. Şunu bil ki define yıkık yerlerdedir.
  • تو مگو کو بنده و آخرجی ماست  ** این بدان که گنج در ویرانه‌هاست 
  • Binlerce dolunay, ayaklarının altına döşenmiş olan Hilâl, hastalıkla ne âlemde acaba? dedi. 1170
  • ای عجب چونست از سقم آن هلال  ** که هزاران بدر هستش پای‌مال 
  • Bey; hastalığından haberim yok ama dedi, birkaç gündür yanıma gelmedi.
  • گفت از رنجش مرا آگاه نیست  ** لیک روزی چند بر درگاه نیست 
  • O, atlarla katırlarla düşer kalkar, seyis olduğu için şu ahırda yatar.
  • صحبت او با ستور و استرست  ** سایس است و منزلش این آخرست 
  • Mustafa aleyhisselâm’ın, Hilâl’e geçmiş olsun demek için o beyin ahırına girmesi ve –Allah razı olsun—Hilâl’e iltifatta bulunması.
  • در آمدن مصطفی علیه‌السلام از بهر عیادت هلال در ستورگاه آن امیر و نواختن مصطفی هلال را رضی الله عنه 
  • Peygamber, Hilâl’i görmek üzere ahıra girdi araştırmaya başladı.
  • رفت پیغامبر به رغبت بهر او  ** اندر آخر وآمد اندر جست و جو 
  • Ahır karanlık, pis ve berbattı. Fakat ülfet zamanı gelip çatınca bu kötülüklerin hepsi ortadan kalktı.
  • بود آخر مظلم و زشت و پلید  ** وین همه برخاست چون الفت رسید 
  • O erkek aslan, Yusuf’un kokusunu alan Yakup gibi Peygamberin kokusunu aldı. 1175
  • بوی پیغامبر ببرد آن شیر نر  ** هم‌چنانک بوی یوسف را پدر 
  • Mucizeler, imana sebep olmaz, sıfatları çeken cinsiyet kokusudur.
  • موجب ایمان نباشد معجزات  ** بوی جنسیت کند جذب صفات 
  • Mucizeler, düşmanı kahretmek içindir. Halbuki cinsiyet kokusu, gönül almaya insanı âşık etmeye sebep olur.
  • معجزات از بهر قهر دشمنست  ** بوی جنسیت پی دل بردنست 
  • Mucizeler, düşmanı kahreder ama dostu değil. Hiç dostun boynu bağlanır mı?
  • قهر گردد دشمن اما دوست نی  ** دوست کی گردد ببسته گردنی 
  • Hilâl uykudayken Peygamberin kokusunu aldı, bu gübrelik içindeki şu güzel koku nedir ki? dedi.
  • اندر آمد او ز خواب از بوی او  ** گفت سرگین‌دان درون زین گونه بو 
  • Derken atların, katırların ayakları arasında o eşi olmayan Peygamberin tertemiz eteğini gördü. 1180
  • از میان پای استوران بدید  ** دامن پاک رسول بی‌ندید 
  • Sürüne sürüne ahırın bucağından gelip o erin ayağına yüzünü, gözünü sürdü.
  • پس ز کنج آخر آمد غژغژان  ** روی بر پایش نهاد آن پهلوان 
  • Peygamber, yüzünü yüzüne sürdü. Başını, yüzünü, gözünü öptü.
  • پس پیمبر روی بر رویش نهاد  ** بر سر و بر چشم و رویش بوسه داد 
  • Rabbim dedi, sen ne gizli mücevhersin. Ey arş garibi, nasılsın, iyi misin?
  • گفت یا ربا چه پنهان گوهری  ** ای غریب عرش چونی خوشتری 
  • Hilâl dedi ki: Uykusu dağılmış bir âşıkın ağzına gün doğarsa ne hale gelir?
  • گفت چون باشد خود آن شوریده خواب  ** که در آید در دهانش آفتاب 
  • Toprak çiğneyen bir susuzu su, güzel bir halde başı üstünde taşırsa nasıl olur? 1185
  • چون بود آن تشنه‌ای کو گل چرد  ** آب بر سر بنهدش خوش می‌برد 
  • Mustafa aleyhisselâm,İsa aleyhisselâm’ın su üstünde yürüdüğünü duyunca “Yakıyni artsaydı hava üstünde yürürdü” buyurmuştur.
  • در بیان آنک مصطفی علیه‌السلام شنید کی عیسی علیه‌السلام بر روی آب رفت فرمود لو ازداد یقینه لمشی علی الهواء 
  • İsa gibi hani. Irmak onu baş üstünde tutardı; Abıhayat içinde gark olmadan emindi.
  • هم‌چو عیسی بر سرش گیرد فرات  ** که ایمنی از غرقه در آب حیات 
  • Ahmed dedi ki: Eğer yakıyni fazla olsaydı hava ona binek olurdu.
  • گوید احمد گر یقینش افزون بدی  ** خود هوایش مرکب و مامون بدی 
  • Benim gibi... Ben de havaya bindim, miraç gecesi hava üstünde yürüdüm.
  • هم‌چو من که بر هوا راکب شدم  ** در شب معراج مستصحب شدم 
  • Hilâl dedi ki: Kör ve pis bir köpek, uykudan sıçrayıp kalkar da kendisini aslan olmuş görünce ne hale gelir?
  • گفت چون باشد سگی کوری پلید  ** جست او از خواب خود را شیر دید 
  • Fakat okla vurulan aslan gibi bir aslan değil, korkusundan kılıçların temrenlerin kırıldığı bir aslan! 1190
  • نه چنان شیری که کس تیرش زند  ** بل ز بیمش تیغ و پیکان بشکند 
  • Yılan gibi karnı üstünde sürünüp giden bir körün gözü açılır, bağı, baharı görürse ne olur?
  • کور بر اشکم رونده هم‌چو مار  ** چشمها بگشاد در باغ و بهار 
  • Mahiyet ve keyfiyetten kurtulan, keyfiyetsizliğin ebedi hayat yurduna ulaşan birisi nasıl olur?
  • چون بود آن چون که از چونی رهید  ** در حیاتستان بی‌چونی رسید