English    Türkçe    فارسی   

6
1922-1971

  • Duyguları, perdeyi aştı mı artık birbiri ardına ve boyuna görür, duyar.
  • چون گذاره شد حواسش از حجاب  ** پس پیاپی گرددش دید و خطاب 
  • Adam, kâğıtçı dükkânına geldi. Meşk kâğıtlarına el attı.
  • جانب دکان وراق آمد او  ** دست می‌برد او به مشقش سو به سو 
  • O yazılı kâğıt, çabucak gözüne ilişti, Hâtif’in söylediği âlametlerin hepside o kâğıtta vardı.
  • پیش چشمش آمد آن مکتوب زود  ** با علاماتی که هاتف گفته بود 
  • Kâğıdı koltuğuna koyup hayırlı pazarlar olsun usta, ben gidiyorum artık, dedi. 1925
  • در بغل زد گفت خواجه خیر باد  ** این زمان وا می‌رسم ای اوستاد 
  • Tenha bir bucağa çekildi, kâğıdı okudu. Âdeta şaşırdı kaldı.
  • رفت کنج خلوتی و آن را بخواند  ** وز تحیر واله و حیران بماند 
  • Bir definenin yerini göstermekte olan böyle bir değer biçilmez kâğıt, meşk kâğıtlarının arasına nasıl girmişti?
  • که بدین سان گنج‌نامه‌ی بی‌بها  ** چون فتاده ماند اندر مشقها 
  • Sonra aklına şu geldi: Her şeyi koruyan, Allahdır.
  • باز اندر خاطرش این فکر جست  ** کز پی هر چیز یزدان حافظست 
  • Koruyucu Allah, nasıl olur da birisinin, abes yere bir şey aşırmasına müsaade eder?
  • کی گذارد حافظ اندر اکتناف  ** که کسی چیزی رباید از گزاف 
  • Ova, baştanbaşa altınla, para ile dolu olsa hiç kimse, Allahnın izni olmadıkça bir arpa bile alamaz. 1930
  • گر بیابان پر شود زر و نقود  ** بی رضای حق جوی نتوان ربود 
  • Tutulmadan, kekelemeden yüzlerce kitap okusan Allah taktir etmediyse aklında hiçbir şey kalmaz.
  • ور بخوانی صد صحف بی سکته‌ای  ** بی قدر یادت نماند نکته‌ای 
  • Fakat Allah’ya kulluk edersen bir kitap bile okumadan yeninden, yakandan duyulmadık bilgiler bulursun.
  • ور کنی خدمت نخوانی یک کتاب  ** علمهای نادره یابی ز جیب 
  • Musa’nın avucu, koynundan ziyalandı, nurlar saçtı; nuru, gökyüzündeki aydan da üstündü.
  • شد ز جیب آن کف موسی ضو فشان  ** کان فزون آمد ز ماه آسمان 
  • Bu heybetli gökyüzünden dilediğin, ey Musa, koynundan baş gösterdi.
  • کانک می‌جستی ز چرخ با نهیب  ** سر بر آوردستت ای موسی ز جیب 
  • Bil ki yüce gökler, insanın anladığı şeylerin aksidir; gökler, o akisten ibarettir. 1935
  • تا بدانی که آسمانهای سمی  ** هست عکس مدرکات آدمی 
  • Yüce ulu Allah’nın eli, iki âlemden de önce aklı yaratmadı mı?
  • نی که اول دست برد آن مجید  ** از دو عالم پیشتر عقل آفرید 
  • Bu söz, hem apaçıktır, hem de pek gizli. Çünkü sinek, ankaya mahrem olamaz.
  • این سخن پیدا و پنهانست بس  ** که نباشد محرم عنقا مگس 
  • Oğul, yine hikâyeye dön de defineyle o yoksulun kıssasını tamamla.
  • باز سوی قصه باز آ ای پسر  ** قصه‌ی گنج و فقیر آور به سر 
  • Yoksul ve definenin bulunduğu yer
  • تمامی قصه‌ی آن فقیر و نشان جای آن گنج 
  • Kâğıtta şu yazılıydı: Bil ki şehrin dışında bir define var.
  • اندر آن رقعه نبشته بود این  ** که برون شهر گنجی دان دفین 
  • İçinde mezar olan filân kubbe var ya. Hani arkası şehre, kapısı Ferkat yıldızına karşı. 1940
  • آن فلان قبه که در وی مشهدست  ** پشت او در شهر و در در فدفدست 
  • O türbeyi ardına al, yüzünü kıbleye çevir. Sonra yayla bir ok at.
  • پشت با وی کن تو رو در قبله آر  ** وانگهان از قوس تیری بر گذار 
  • Kutlu kişi, yaydan oku attın mı okun düştüğü yeri kaz!
  • چون فکندی تیر از قوس ای سعاد  ** بر کن آن موضع که تیرت اوفتاد 
  • O yiğit kuvvetli bir yay aldı, oku boşluğa doğru attı.
  • پس کمان سخت آورد آن فتی  ** تیر پرانید در صحن فضا 
  • Derhal kazma kürek getirdi. Sevine,sevine okunun düştüğü yeri kazmaya koyuldu.
  • زو تبر آورد و بیل او شاد شاد  ** کند آن موضع که تیرش اوفتاد 
  • Hem kendi körleşti, hem kazması, küreği. Fakat gizli defineden hiçbir eser görünmedi. 1945
  • کند شد هم او و هم بیل و تبر  ** خود ندید از گنج پنهانی اثر 
  • Böylece her gün ok atıyor, düştüğü yeri kazıyor, fakat bir türlü definenin yerini bulamıyordu.
  • هم‌چنین هر روز تیر انداختی  ** لیک جای گنج را نشناختی 
  • Bunu âdet edindi. Daima orayı burayı kazıp durduğundan şehre bir dedikodudur yayıldı, iş halkın ağzına düştü.
  • چونک این را پیشه کرد او بر دوام  ** فجفجی در شهر افتاد و عوام 
  • Definenin halkın ağzına düşmesi ve padişah tarafından duyulması
  • فاش شدن خبر این گنج و رسیدن به گوش پادشاه 
  • Pusuda duran, fırsat gözleyen adamlar, bu işi padişaha haber verdiler.
  • پس خبر کردند سلطان را ازین  ** آن گروهی که بدند اندر کمین 
  • Filân, bir define bildiren kâğıt bulmuş diye söylediler.
  • عرضه کردند آن سخن را زیردست  ** که فلانی گنج‌نامه یافتست 
  • Adam, padişah tarafından duyulduğunu anlayınca teslim olmadan, kadere boyun eğmeden başka çare görmedi. 1950
  • چون شنید این شخص کین با شه رسید  ** جز که تسلیم و رضا چاره ندید 
  • Padişah kendisine işkence yapmadan, kâğıdı padişahın önüne koydu.
  • پیش از آنک اشکنجه بیند زان قباد  ** رقعه را آن شخص پیش او نهاد 
  • Dedi ki: Şu kâğıdı buldum ama defineyi bulamadım. Define yerine hadsiz, hesapsız zahmetlere girdim.
  • گفت تا این رقعه را یابیده‌ام  ** گنج نه و رنج بی‌حد دیده‌ام 
  • Defineden bir habbe bile meydana çıkmadı. Fakat ben yılan gibi bir hayli kıvrandım durdum.
  • خود نشد یک حبه از گنج آشکار  ** لیک پیچیدم بسی من هم‌چو مار 
  • Bir aydır ağzımın tadı yok. Bunun ziyanı da haram oldu bana, kârı da.
  • مدت ماهی چنینم تلخ‌کام  ** که زیان و سود این بر من حرام 
  • Belki bahtın şu perdeyi açar ey savaşı kutlu olan kaleler fethetmiş padişahım! 1955
  • بوک بختت بر کند زین کان غطا  ** ای شه پیروزجنگ و دزگشا 
  • Padişah da altı ay, belki de daha fazla ok attı,okun düştüğü yeri kazdırdı.
  • مدت شش ماه و افزون پادشاه  ** تیر می‌انداخت و برمی‌کند چاه 
  • Nerede katı bir yay varsa buldurdu,o attı, her yanda define aradı durdu.
  • هرکجا سخته کمانی بود چست  ** تیر داد انداخت و هر سو گنج جست 
  • Fakat eziyetten, dertten, sıkıntıdan başka bir şey elde edemedi. Define âdeta ankaya benziyordu, ismi var, cismi yok!
  • غیر تشویش و غم و طامات نی  ** هم‌چو عنقا نام فاش و ذات نی 
  • Padişahın, defineyi bulmaktan ümidini kesip aramaktan usanması
  • نومید شدن آن پادشاه از یافتن آن گنج و ملول شدن او از طلب آن 
  • İşin eni, boyu uzayıp duruyordu. Padişah, nihayet o defineden usandı.
  • چونک تعویق آمد اندر عرض و طول  ** شاه شد زان گنج دل سیر و ملول 
  • Her tarafı yer yer eştirmiş,kuyu haline getirmişti. Günün birinde kâğıdı, herifin önüne atıp 1960
  • دشتها را گز گز آن شه چاه کند  ** رقعه را از خشم پیش او فکند 
  • Dedi ki: Al şu kâğıdı. Definenin eseri bile görünmedi. Senin işin yok, bu iş sana daha lâyık.
  • گفت گیر این رقعه کش آثار نیست  ** تو بدین اولیتری کت کار نیست 
  • Bu işi olanın yapacağı şey değil. Gülü yakıp dikenin etrafında dolanmak akıl kârı değil.
  • نیست این کار کسی کش هست کار  ** که بسوزد گل بگردد گرد خار 
  • Demirden ot bitmesini bekleyen olabilir ama bu hülyaya tutulan, az olur.
  • نادر افتد اهل این ماخولیا  ** منتظر که روید از آهن گیا 
  • Bu iş için senin gibi yorulma bilmez bir adam gerek. Sen mademki yorulmuyorsun, var ara.
  • سخت جانی باید این فن را چو تو  ** تو که داری جان سخت این را بجو 
  • Bulursan ne âlâ, onu sana helâl ettim. Bulamazsan yorulmazsın, kazar durursun! 1965
  • گر نیابی نبودت هرگز ملال  ** ور بیابی آن به تو کردم حلال 
  • Akıl, ümitsizlik yoluna gider mi hiç? Aşk lâzım ki o tarafa koşsun!
  • عقل راه ناامیدی کی رود  ** عشق باشد کان طرف بر سر دود 
  • Hiç bir şeye aldırmayan aşktır, akıl değil. Akıl, faydalanacağı şeyi arar.
  • لاابالی عشق باشد نی خرد  ** عقل آن جوید کز آن سودی برد 
  • Aşk yılmaz, canını sakınmaz, utanma nedir bilmez. Değirmen taşının altına gitmiş gibi belâlara uğrar, sabreder.
  • ترک‌تاز و تن‌گداز و بی‌حیا  ** در بلا چون سنگ زیر آسیا 
  • Öyle pek yüzlüdür ki hiç arkasını dönmez. Bir fayda elde etmek ümidini öldürmüştür içinde.
  • سخت‌رویی که ندارد هیچ پشت  ** بهره‌جویی را درون خویش کشت 
  • Neyi var, neyi yoksa ortaya kor, oynar, yutulur, bir ücret aramaz. Allah’nın aldığı gibi yine hepsini Allahya verir, tertemiz olur. 1970
  • پاک می‌بازد نباشد مزدجو  ** آنچنان که پاک می‌گیرد ز هو 
  • Allah, ona sebepsiz olarak bu varlığı vermiştir.O cömert er de sebepsiz olarak Allah vergisini Allahya bağışlar.
  • می‌دهد حق هستیش بی‌علتی  ** می‌سپارد باز بی‌علت فتی