English    Türkçe    فارسی   

6
2549-2598

  • Kendi kendine yola girmiş, kendi kendine ulaşmış; bir dava yurdunda meclis kurmuştur.
  • هم ز خود سالک شده واصل شده  ** محفلی واکرده در دعوی‌کده 
  • Kendi kendisine gelin güvey olan gibi. Kız tarafını hiç bundan haberi yokken güvey evi birbirine girer. 2550
  • خانه‌ی داماد پرآشوب و شر  ** قوم دختر را نبوده زین خبر 
  • İş yarıdan yarıya düzeldi, biz, bize gereken şartları yerine getirdik.
  • ولوله که کار نیمی راست شد  ** شرطهایی که ز سوی ماست شد 
  • Evleri süpürdük, bezedik. Bu hevesle âdeta sarhoş olduk, bu işe hoş bir surette giriştik der.
  • خانه‌ها را روفتیم آراستیم  ** زین هوس سرمست و خوش برخاستیم 
  • Fakat o taraftan bir haber geldi mi hayır. O damdan bir kuş uçup bu yana ulaştı mı? Hayır!
  • زان طرف آمد یکی پیغام نی  ** مرغی آمد این طرف زان بام نی 
  • Bu birbiri üstüne ulanan elçilikler, bu gürültü patırtı üzerine o taraftan size bir cevap geldi mi? Ne gezer?
  • زین رسالات مزید اندر مزید  ** یک جوابی زان حوالیتان رسید 
  • Gelmedi ama sevgilimiz biliyor ya. Mutlaka gönülden gönle yol vardır derler. 2555
  • نی ولیکن یار ما زین آگهست  ** زانک از دل سوی دل لا بد رهست 
  • Peki ama umduğumuz sevgiliden niye mektubumuza cevap gelmedi, niye yol bomboş öyleyse?
  • پس از آن یاری که اومید شماست  ** از جواب نامه ره خالی چراست 
  • Gizli aşikâr yüzlerce nişane var, fakat yeter, bu kapının perdesini bundan fazla açma.
  • صد نشانست از سرار و از جهار  ** لیک بس کن پرده زین در بر مدار 
  • Sen yine, zevzekliğinden kendi kendisini derde atan o ahmak Delkak’ın hikâyesini söyle.
  • باز رو تا قصه‌ی آن دلق گول  ** که بلا بر خویش آورد از فضول 
  • Vezir dedi ki: Ey doğruya bir direk, bir dayak olan padişahım! Şu aşağılık kul bir söz söyleyecek, onu lûtfen dinle.
  • پس وزیرش گفت ای حق را ستن  ** بشنو از بنده‌ی کمینه یک سخن 
  • Delkak, köyden bir iş için geldi. Bir şey söyleyecekti. Şimdi vazgeçti, pişman oldu. 2560
  • دلقک از ده بهر کاری آمدست  ** رای او گشت و پشیمانش شدست 
  • Yağdan, baldan bahsetmede, söyleyeceğini gizlemede, maskaralıkla bu işten kurtulmaya savaşmada.
  • ز آب و روغن کهنه را نو می‌کند  ** او به مسخرگی برون‌شو می‌کند 
  • Kını gösteriyor, kılıcı gizliyor. Onu acımadan sıkıştırmak gerek.
  • غمد را بنمود و پنهان کرد تیغ  ** باید افشردن مرورا بی‌دریغ 
  • Fıstığı, yahut cevizi kırmadıkça ne içi meydana çıkar, ne ondan bir yağ çıkarılır.
  • پسته را یا جوز را تا نشکنی  ** نی نماید دل نی بدهد روغنی 
  • Onun bu saçma sözlerini, bu maskaralığını dinleme de titreyişine, yüzünün rengine bak.
  • مشنو این دفع وی و فرهنگ او  ** در نگر در ارتعاش و رنگ او 
  • Tanrı, “Niyetleri yüzlerine görünüp durur” dedi. Çünkü yüz içteki sırrı söyler, açığa vurur. 2565
  • گفت حق سیماهم فی وجههم  ** زانک غمازست سیما و منم 
  • Bu görünen şey, duyulan sözün zıddıdır. Çünkü insan şerle yoğrulmuştur.
  • این معاین هست ضد آن خبر  ** که بشر به سرشته آمد این بشر 
  • Delkak, feryat ve figan ederek, coşup köpürerek vezir dedi, bu yoksulun kanına girmeye kalkışma.
  • گفت دلقک با فغان و با خروش  ** صاحبا در خون این مسکین مکوش 
  • Gönle nice şüpheler, vehimler gelir ki doğru ve yerinde değildir.
  • بس گمان و وهم آید در ضمیر  ** کان نباشد حق و صادق ای امیر 
  • “Şüphe yok ki şüphenin bazısı suçtur, günahtır.” Sitem, hele yoksula olursa hiç doğru değildir.
  • ان بعض الظن اثم است ای وزیر  ** نیست استم راست خاصه بر فقیر 
  • Padişah kendisini inciten kişiye bile kötülük etmezken nasıl olur da onu güldürene kötülük eder? 2570
  • شه نگیرد آنک می‌رنجاندش  ** از چه گیرد آنک می‌خنداندش 
  • Fakat vezirin sözü, padişahın gönlüne yer etmişti.
  • گفت صاحب پیش شه جاگیر شد  ** کاشف این مکر و این تزویر شد 
  • “Delkak’ı zindana götürün, maskaralığına, riyasına pek kapılmayın.
  • گفت دلقک را سوی زندان برید  ** چاپلوس و زرق او را کم خرید 
  • Boş karnına davul gibi vurun da davul gibi nesi var, nesi yoksa bize haber versin.
  • می‌زنیدش چون دهل اشکم‌تهی  ** تا دهل‌وار او دهدمان آگهی 
  • Davul kuru olursa sesi başka türlü çıkar, yaş olursa başka türlü. İçinde bir şey olursa başka türlü bir ses verir, boş olursa başka türlü. Sesi ne halde olduğunu bildirir bize.
  • تر و خشک و پر و تی باشد دهل  ** بانگ او آگه کند ما را ز کل 
  • Siz de onu dövün de zorundan içindekini söylesin, gönüllerimiz kabul edinceye kadar nesi var, nesi yoksa açığa vursun. 2575
  • تا بگوید سر خود از اضطرار  ** آنچنان که گیرد این دلها قرار 
  • Parlak ve açık doğru söz, gönle rahatlık verir. Gönül, yalan sözle yatışmaz.
  • چون طمانینست صدق و با فروغ  ** دل نیارامد به گفتار دروغ 
  • Yalan, çerçöpe benzer, gönül de ağza. Çöp ağızda gizlenmez.
  • کذب چون خس باشد و دل چون دهان  ** خس نگردد در دهان هرگز نهان 
  • Ağızda çöp oldu mu dil dolanır durur, nihayet onu ağızdan atar.
  • تا درو باشد زبانی می‌زند  ** تا به دانش از دهان بیرون کند 
  • Hele göze bir çöp girerse göz yaşarır, kapanıp açılmaya başlar.
  • خاصه که در چشم افتد خس ز باد  ** چشم افتد در نم و بند و گشاد 
  • Biz, bu çöpü, ağzımıza, gözümüze girmeden ayağımızın altında ezelim” dedi. 2580
  • ما پس این خس را زنیم اکنون لگد  ** تا دهان و چشم ازین خس وا رهد 
  • Delkak padişahım yavaş ol dedi. Yavaşlık ve yarlıgama yüzünü pek yırtma.
  • گفت دلقک ای ملک آهسته باش  ** روی حلم و مغفرت را کم‌خراش 
  • Beni azaba sokmak için neden bu kadar acele ediyorsun? Senin elindeyim, kuş değilim ki, uçayım.
  • تا بدین حد چیست تعجیل نقم  ** من نمی‌پرم به دست تو درم 
  • Tanrı için verilen cezada acele etmek doğru değildir.
  • آن ادب که باشد از بهر خدا  ** اندر آن مستعجلی نبود روا 
  • Fakat kendi kızgınlığından, kendi gelip geçici heva ve hevesinden verilen cezada acele edilir. Adam, kendini bir an önce razı etmeye bakar.
  • وآنچ باشد طبع و خشم و عارضی  ** می‌شتابد تا نگردد مرتضی 
  • Kaza ve kadere razı olursa kızgınlığı yatışır. Öç almadan geçer, o zevkten mahrum kalır. Bundan korkar işte. 2585
  • ترسد ار آید رضا خشمش رود  ** انتقام و ذوق آن فایت شود 
  • Yalancı şehvet, yemeye atılır, onun lezzetini, zevkini kaybedivereceğinden korkar ki bu zaten derttir.
  • شهوت کاذب شتابد در طعام  ** خوف فوت ذوق هست آن خود سقام 
  • İştah varsa acele etmemek, yenen şeyin iyice sinmesi için ağır ağır yemek daha doğrudur.
  • اشتها صادق بود تاخیر به  ** تا گواریده شود آن بی‌گره 
  • Sen, benim belâmı defetmek, gördüğün gediği tıkamak istiyorsun.
  • تو پی دفع بلایم می‌زنی  ** تا ببینی رخنه را بندش کنی 
  • O gedikten bir felâket gelmesin diyorsun ama kaza ve kaderin o gedikten başka daha nice gedikleri, nice delikleri var.
  • تا از آن رخنه برون ناید بلا  ** غیر آن رخنه بسی دارد قضا 
  • Belâyı def etmenin çaresi, sitem etmek değildir. buna çare ihsandır, aftır keremdir. 2590
  • چاره‌ی دفع بلا نبود ستم  ** چاره احسان باشد و عفو و کرم 
  • Peygamber “sadaka belâyı defeder” dedi. Ey yiğit hastalığını sadakayla tedavi et.
  • گفت الصدقه مرد للبلا  ** داو مرضاک به صدقه یا فتی 
  • Sadaka, yoksulu yakmak, hilim gözleyen gözü kör etmek değildir.
  • صدقه نبود سوختن درویش را  ** کور کردن چشم حلم‌اندیش را 
  • Padişah dedi ki: Hayır, yerinde yapılırsa iyidir. Yerinde bir hayırda bulunursan bu, doğru bir harekettir.
  • گفت شه نیکوست خیر و موقعش  ** لیک چون خیری کنی در موضعش 
  • Ruh, yerine şah sürmek işi harap etmektir. Şah yerine atı sürmek de bilgisizliktir.
  • موضع رخ شه نهی ویرانیست  ** موضع شه اسپ هم نادانیست 
  • Şeriatta ihsan da var ceza da. Padişah, baş köşeye geçer; at ahıra bağlanır. 2595
  • در شریعت هم عطا هم زجر هست  ** شاه را صدر و فرس را درگه است 
  • Adalet nedir? Bir şeyi lâyık olduğu yere koymak. Zulüm nedir? Lâyık olmadığı yere koymak.
  • عدل چه بود وضع اندر موضعش  ** ظلم چه بود وضع در ناموقعش 
  • Tanrı’nın yarattığı bir şey abes değildir. Kızgınlık, hilim, öğüt, hile... hepsi doğrudur.
  • نیست باطل هر چه یزدان آفرید  ** از غضب وز حلم وز نصح و مکید 
  • Bunların hiç biri mutlak olarak hayır değildir. aynı zamanda mutlak olarak şer de değildir.
  • خیر مطلق نیست زینها هیچ چیز  ** شر مطلق نیست زینها هیچ نیز