English    Türkçe    فارسی   

6
4799-4848

  • Hattâ derim ki, keşke Tanrı gençler için beni feda etseydi.
  • تا بگویم کاشکی یزدان مرا  ** در عوض قربان کند بهر فتی 
  • Tanrı, kime daha ziyade acırsın? Gönlün daha ziyade kime yanar, hangi kula daha ziyade kavrulur, dedi. 4800
  • گفت بر کی بیشتر رحم آمدت  ** از کی دل پر سوز و بریان‌تر شدت 
  • Azrail dedi ki: Bir gün bir gemi kuvvetli dalgalar arasında bocalarken emir aldım, gemiyi paramparça ettim.
  • گفت روزی کشتیی بر موج تیز  ** من شکستم ز امر تا شد ریز ریز 
  • Hepsinin canını al. Yalnız onların arasından filân kadınla filân çocuğun canını alma dedin.
  • پس بگفتی قبض کن جان همه  ** جز زنی و غیر طفلی زان رمه 
  • Her biri bir tahta üstünde kaldı. Dalgalar, o tahtayı sürüklemeye başladılar.
  • هر دو بر یک تخته‌ای در ماندند  ** تخته را آن موج‌ها می‌راندند 
  • Sonra yine ananın ruhunu kabzet, çocuğu yalnız bırak diye emrettin.
  • باز گفتی جان مادر قبض کن  ** طفل را بگذار تنها ز امر کن 
  • Çocuğu anasından ayırdım ama sen de bilirsin ya, bu bana o kadar acı geldi ki. 4805
  • چون ز مادر بسکلیدم طفل را  ** خود تو می‌دانی چه تلخ آمد مرا 
  • Birçok büyük yasların dumanlarını gördüm ama o çocuğun acısı içimden çıkmadı.
  • بس بدیدم دود ماتم‌های زفت  ** تلخی آن طفل از فکرم نرفت 
  • Tanrı dedi ki: Ben o çocuğu kendi lûtftumla yetiştirdim. Dalgaya onu bir ormana at dedim.
  • گفت حق آن طفل را از فضل خویش  ** موج را گفتم فکن در بیشه‌ایش 
  • O orman, süsenlerle, reyhanlarla, güllerle, yenmesi hoş meyva ağaçlariyle doluydu.
  • بیشه‌ای پر سوسن و ریحان و گل  ** پر درخت میوه‌دار خوش‌اکل 
  • Duru ve tatlı su kaynakları vardı orada. Çocuğu yüzlerce naz ve naim içinde yetiştirdim.
  • چشمه‌های آب شیرین زلال  ** پروریدم طفل را با صد دلال 
  • Yüz binlerce güzel sesli kuşlar, o bahçelere yüzlerce nağmeler salmadaydı. 4810
  • صد هزاران مرغ مطرب خوش‌صدا  ** اندر آن روضه فکنده صد نوا 
  • Ona ağustos gülünden döşek döşedim. Onu fitnelerin vuruşundan emin ettim.
  • پسترش کردم ز برگ نسترن  ** کرده او را آمن از صدمه‌ی فتن 
  • Güneşe, ona zarar verme dedim. Yele, ona yavaş yavaş es diye emrettim.
  • گفته من خورشید را کو را مگز  ** باد را گفته برو آهسته وز 
  • Buluta, onun üstüne yağmur yağdırma, şimşeğe, ona pek o kadar şule verme diye buyurdum.
  • ابر را گفته برو باران مریز  ** برق را گفته برو مگرای تیز 
  • Ey kış! Bu yeşillikten o itidali kesme; ey yaz! Bu bahçeye pençe vurma dedim.
  • زین چمن ای دی مبران اعتدال  ** پنجه ای بهمن برین روضه ممال 
  • Tanrı, aziz ruhunu kutlasın, Şeyh Şeybanı Râî' nin kerametleri
  • کرامات شیخ شیبان راعی قدس الله روحه العزیز 
  • Şeybanı Râî gibi hani. O da cuma günü, namaz vakti sürüsüne inatçı kurtlar salmasın diye sürünün çevresine bir çizgi çizerdi. 4815
  • هم‌چو آن شیبان که از گرگ عنید  ** وقت جمعه بر رعا خط می‌کشید 
  • Ne koyunlar o çizgiden dışarı çıkarlardı, ne kurt ve hırsız, o sürüden içeriye girerdi.
  • تا برون ناید از آن خط گوسفند  ** نه در آید گرگ و دزد با گزند 
  • Hûd' un okuyup üfürdüğü daire gibi. O da bu çizgiyle kendisine uyanlara kasırgadan aman vermişti.
  • بر مثال دایره‌ی تعویذ هود  ** که اندر آن صرصر امان آل بود 
  • Onlara sekiz gün bu çizgi içinde susun, sabredin. Dışardaki işkenceyi seyredin dedi.
  • هشت روزی اندرین خط تن زنید  ** وز برون مثله تماشا می‌کنید 
  • Kasırga, çizginin dışında bulunanları havaya kaldırıp taşlara çarpıyor, etini, kemiğini birbirinden ayırıyordu.
  • بر هوا بردی فکندی بر حجر  ** تا دریدی لحم و عظم از هم‌دگر 
  • Bir bölüğünü havada birbirine vuruyor, Haşhaş gibi kemiklerini parçalayıp döküyordu. 4820
  • یک گره را بر هوا درهم زدی  ** تا چو خشخاش استخوان ریزان شدی 
  • O kahırdan gök bile tirtir titredi. Mesnevi, o kahrı anlatmaya kâfi değildir.
  • آن سیاست را که لرزید آسمان  ** مثنوی اندر نگنجد شرح آن 
  • Ey soğuk rüzgâr! Eğer bunu kendiliğinden yapıyorsan hadi bakalım. Hûd' un çizdiği çizgiden içeriye de gir.
  • گر به طبع این می‌کنی ای باد سرد  ** گرد خط و دایره‌ی آن هود گرد 
  • Ey tabiata inanan! Ya tabiattan üstün olan şu saltanatı gör, inananlara katıl, yahut da bu âyetleri Kur'an' dan mahvet.
  • ای طبیعی فوق طبع این ملک بین  ** یا بیا و محو کن از مصحف این 
  • Kur'an okuyanları menet, okumasınlar. Muallime yalvar, para pul ver, bunu okutmasın.
  • مقریان را منع کن بندی بنه  ** یا معلم را به مال و سهم ده 
  • Acizsin, bu aciz nerden diye şaşırmışsın değil mi? Senin aczin, kıyamet gününden meydana gelmededir. 4825
  • عاجزی و خیره کن عجز از کجاست  ** عجز تو تابی از آن روز جزاست 
  • A inatçı, senin önünde âcizler var. Gizli olanların meydana çıkması zamanı geldi, işte sana kıyamet.
  • عجزها داری تو در پیش ای لجوج  ** وقت شد پنهانیان را نک خروج 
  • Bu aciz ve hayret, kendisine gıda olan kişiye ne mutlu. O, iki âlemde de sevgilinin gölgesinde uyumuştur.
  • خرم آن کین عجز و حیرت قوت اوست  ** در دو عالم خفته اندر ظل دوست 
  • O, nihayet kendi aczini görmüş, ölmüş, kocakarılar dinini seçmiştir.
  • هم در آخر عجز خود را او بدید  ** مرده شد دین عجایز را گزید 
  • Zeliha gibi, ona Yusuf' un nuru vurdu mu kocalıktan kurtuldu, gençliğe yol buldu, gençleşti.
  • چون زلیخا یوسفش بر وی بتافت  ** از عجوزی در جوانی راه یافت 
  • Hayat, ölümde ve mihnettedir. Abıhayat, karanlıklar içindedir. 4830
  • زندگی در مردن و در محنتست  ** آب حیوان در درون ظلمتست 
  • Ulu Tanrı' nın Nemrud'u anasız ve dadısız olarak yetiştirip büyütmesi
  • رجوع کردن به قصه‌ی پروردن حق تعالی نمرود را بی‌واسطه‌ی مادر و دایه در طفلی 
  • Hâsılı o bahçe, arifler bağı gibi sam yellerinden de amandaydı, kasırgadan da.
  • حاصل آن روضه چو باغ عارفان  ** از سموم صرصر آمد در امان 
  • Bir kaplan yavrulamıştı. Ona dedim ki: Süt ver bu çocuğa, itaat etti.
  • یک پلنگی طفلکان نو زاده بود  ** گفتم او را شیر ده طاعت نمود 
  • Ona süt verdi, tapılar kıldı. Nihayet çocuk gelişti, irileşti, aslanlaştı.
  • پس بدادش شیر و خدمتهاش کرد  ** تا که بالغ گشت و زفت و شیرمرد 
  • Sütten kesilince bir periye, ona söz söylemeyi öğret dedim, öğretti.
  • چون فطامش شد بگفتم با پری  ** تا در آموزید نطق و داوری 
  • Onu, o yeşillikte yetiştirdim, besledim. Benim hünerim, sanatım hiç söze sığar mı? 4835
  • پرورش دادم مر او را زان چمن  ** کی بگفت اندر بگنجد فن من 
  • Ben, zararsız kurtları Eyüb'e konuk ettim, kendisine de onlara karşı baba sevgisi verdim.
  • داده من ایوب را مهر پدر  ** بهر مهمانی کرمان بی‌ضرر 
  • Kurtlar da evlâdın babasını sevmesi gibi onu severlerdi. Onlara da bu sevgiyi verdim, tşte sana kudret, işte sana güç!
  • داده کرمان را برو مهر ولد  ** بر پدر من اینت قدرت اینت ید 
  • Analara analık edebini ben öğrettim. Artık düşün, benim yakıp aydınlattığım lütuf nasıl olur?
  • مادران را داب من آموختم  ** چون بود لطفی که من افروختم 
  • Yüzlerce inayetlerde bulundum, yüzlerce alâkalar yarattım, bu suretle benim lûtfumu vasıtasız olarak görsün dedim.
  • صد عنایت کردم و صد رابطه  ** تا ببیند لطف من بی‌واسطه 
  • Görsün de sebep yüzünden savaşlara, çekişmelere düşmesin; her yardımı, ancak benden beklesin. 4840
  • تا نباشد از سبب در کش‌مکش  ** تا بود هر استعانت از منش 
  • Bana karşı hiçbir özrü olmasın, her kötü dosttan şikâyetlenmesin dedim.
  • ورنه تا خود هیچ عذری نبودش  ** شکوتی نبود ز هر یار بدش 
  • Bu yüzlerce alâkayla beslenmeyi, yetişmeyi gördü. Onu vasıtasız olarak nasıl besledim, anladı, bildi.
  • این حضانه دید با صد رابطه  ** که بپروردم ورا بی‌واسطه 
  • Ey ulu Tanrı'nın kulu, buna karşılık şükrane olarak Nemrut oldu, Halil'i yakmaya kalkıştı.
  • شکر او آن بود ای بنده‌ی جلیل  ** که شد او نمرود و سوزنده‌ی خلیل 
  • Nitekim bu şehzade de padişaha şükran olarak ululandı, mevkiinin daha yücelmesini istedi.
  • هم‌چنان کین شاه‌زاده شکر شاه  ** کرد استکبار و استکثار جاه 
  • Ben neden başkasına tâbi olayım? Benim de bir ülkem var, ben de yeni bir ikbale sahibim dedi. 4845
  • که چرا من تابع غیری شوم  ** چونک صاحب ملک و اقبال نوم 
  • Evvelce anlattığımız gibi, padişahtan görmüş olduğu lütuf lan, ululandığı için gönlünde örtüldü gitti.
  • لطف‌های شه که ذکر آن گذشت  ** از تجبر بر دلش پوشیده گشت 
  • Nemrut da bunun gibi bilgisizlik ve körlük yüzünden o lûtufları ayağının altına aldı.
  • هم‌چنان نمرود آن الطاف را  ** زیر پا بنهاد از جهل و عمی 
  • Şimdi kâfir odu, yol kesmekte. Ululanmada, Tanrılık dâvasına kalkışmada.
  • این زمان کافر شد و ره می‌زند  ** کبر و دعوی خدایی می‌کند