English    Türkçe    فارسی   

3
4078-4127

  • Onun sözü sihirdir, seni yıkar harap eder… Benim sözüm de sihir ama onun sihrini defeder” der!
  • گفت او سحرست و ویرانی تو ** گفت من سحرست و دفع سحر او
  • Konuk öldüren mescide konuklamak isteyeni menetmeye kalkışanların tekrar ona öğüt vermeleri
  • مکرر کردن عاذلان پند را بر آن مهمان آن مسجد مهمان کش
  • O güzel yiğit, o Peygamber; “Sözde sihir hassası var” dedi, doğru da söyledi.
  • گفت پیغامبر که ان فی البیان ** سحرا و حق گفت آن خوش پهلوان
  • Ey kerem sahibi kendine gel, yiğitlik taslama, mescidimizi de töhmet altında bırakma, bizi de! 4080
  • هین مکن جلدی برو ای بوالکرم ** مسجد و ما را مکن زین متهم
  • Bir düşman düşmanlığından bir söz söyler… Bir alçak, yarın bize bir ateştir salar…
  • که بگوید دشمنی از دشمنی ** آتشی در ما زند فردا دنی
  • Onu zalimin birisi boğdu, mescidi de kurtulmak için bahane etti.
  • که بتاسانید او را ظالمی ** بر بهانه‌ی مسجد او بد سالمی
  • Mescidin adı çıkmış zaten. O da konuk, mescitte konukladı da öldü derler, ben de kurtulurum dedi, diyebilir.
  • تا بهانه‌ی قتل بر مسجد نهد ** چونک بدنامست مسجد او جهد
  • Ey canı pek adam, bizi töhmet altında bırakma… Zaten düşmanların hilelerinden emin değiliz.
  • تهمتی بر ما منه ای سخت‌جان ** که نه‌ایم آمن ز مکر دشمنان
  • Hadi yürü, yiğitliğini bırak, bu ham sevdayı pişirmeye kalkışma. Zuhal yıldızı arşınla ölçülemez! 4085
  • هین برو جلدی مکن سودا مپز ** که نتان پیمود کیوان را بگز
  • Senin gibi çokları bahttan, talihten dem vurdular ama sonunda birer birer, tutam tutam sakallarını yoldular!
  • چون تو بسیاران بلافیده ز بخت ** ریش خود بر کنده یک یک لخت لخت
  • Aklını başına al da bu dedikoduyu kısa kes, yürü git… Kendini de vebale sokma, bizi de!”
  • هین برو کوتاه کن این قیل و قال ** خویش و ما را در میفکن در وبال
  • Konuğun, onlara sırtına Sultan Mahmud’un davulu konmuş ve nöbet vurulması âdet olmuş deveyi bile defle kuşları kaçıran ekin bekçisinin kaçırdığını anlatarak misal getirmek suretiyle cevap vermesi
  • جواب گفتن مهمان ایشان را و مثل آوردن بدفع کردن حارس کشت به بانگ دف از کشت شتری را کی کوس محمودی بر پشت او زدندی
  • Dedi ki: “Dostlar, ben bir Lâhavle’yle ürküp kaçacak şeytanlardan değilim.
  • گفت ای یاران از آن دیوان نیم ** که ز لا حولی ضعیف آید پیم
  • Bir çocuk, ekin bekçiliği yapar ve yanındaki defi çalarak kuşları kaçırırdı.
  • کودکی کو حارس کشتی بدی ** طبلکی در دفع مرغان می‌زدی
  • Kuşlar, o küçücük defin sesini duyup tarladan kaçarlar, ekinler de zararlı kuşlardan kurtulurdu. 4090
  • تا رمیدی مرغ زان طبلک ز کشت ** کشت از مرغان بد بی خوف گشت
  • Kerem sahibi Sultan Mahmud’un yolu, o taraflara düştü, koca otağı o civara kuruldu.
  • چونک سلطان شاه محمود کریم ** برگذر زد آن طرف خیمه‌ی عظیم
  • Gökteki yıldızlar kadar çok, talihleri aydın, saflar yaran, ülkeler alan ordusuyla oraya kondu.
  • با سپاهی همچو استاره‌ی اثیر ** انبه و پیروز و صفدر ملک‌گیر
  • Bir de horoz gibi önde giden esrik bir deve vardı ki nöbet davulunu sırtına yüklemişlerdi.
  • اشتری بد کو بدی حمال کوس ** بختیی بد پیش‌رو همچون خروس
  • Nöbet, gidişte de onun sırtında vurulurdu, gelişe de.
  • بانگ کوس و طبل بر وی روز و شب ** می‌زدی اندر رجوع و در طلب
  • O deve, tarlaya giriverdi. Çocuk, ekinleri korumak için o küçücük defi çalmaya başladı. 4095
  • اندر آن مزرع در آمد آن شتر ** کودک آن طبلک بزد در حفظ بر
  • Bir akıllı kişi, çocuğa dedi ki: “Def çalıp durma. O esrik deve, zaten davul taşıyan deve… o sese alışmış.
  • عاقلی گفتش مزن طبلک که او ** پخته‌ی طبلست با آنشست خو
  • A çocuk senin bu defceğizin ona vız gelir. O, bu defin yirmisi kadar olan koskocaman nöbet davulunu taşıyor!
  • پیش او چه بود تبوراک تو طفل ** که کشد او طبل سلطان بیست کفل
  • Ben de Lâ kılıcıyla kurban olmuş bir âşığım. Canım, belâ davulunun nöbet vurulduğu yer!
  • عاشقم من کشته‌ی قربان لا ** جان من نوبتگه طبل بلا
  • Sizin bu tehditleriniz yok mu? Bu gözlerin gördüğü şeylere karşı ancak bir defceğizin gümbürtüsünden ibaret!
  • خود تبوراکست این تهدیدها ** پیش آنچ دیده است این دیدها
  • Erler, ben, hayallere kapılıp bu yolda duracaklardan değilim. 4100
  • ای حریفان من از آنها نیستم ** کز خیالاتی درین ره بیستم
  • Ben, İsmail Peygambere mensup olanlardanım, öldürülmeden çekinmem yok… Hatta İsmail gibi başından geçmiş bir adamım ben!
  • من چو اسماعیلیانم بی‌حذر ** بل چو اسمعیل آزادم ز سر
  • Gösterişlerden de geçmişim, riyadan da “Söyle geliniz” emri canıma gel demiştir.
  • فارغم از طمطراق و از ریا ** قل تعالوا گفت جانم را بیا
  • Peygamber dedi ki: İhsan edilen şeye verilecek karşılığı iyice bilen bu dünyada ihsanda bulunur.
  • گفت پیغامبر که جاد فی السلف ** بالعطیه من تیقن بالخلف
  • Verilen şeye verilecek yüzlerce karşılığı gören derhal cömertliğe ihsana başlar.
  • هر که بیند مر عطا را صد عوض ** زود دربازد عطا را زین غرض
  • Herkes, kâr elde etmek için malını vermek üzere pazara, çarşıya bağlanmıştır. 4105
  • جمله در بازار از آن گشتند بند ** تا چو سود افتاد مال خود دهند
  • Dağarcıktaki altın sahibi bir kâr elde etsin de onu yoksullara versin diye ısrarla oturmuş beklemektedir.
  • زر در انبانها نشسته منتظر ** تا که سود آید ببذل آید مصر
  • Satıcı, elindeki kumaşın fazla para ettiğini gördü mü ona olan aşkı soğuyuverir.
  • چون ببیند کاله‌ای در ربح بیش ** سرد گردد عشقش از کالای خویش
  • Kumaşların fazla bir kâr getirdiğini görmez de o yüzden onlara ısınır, onları elden çıkarmaz.
  • گرم زان ماندست با آن کو ندید ** کاله‌های خویش را ربح و مزید
  • Bilgi, hüner ve sanatlarda böyledir. Bunlara sahip olanlar, bunlardan daha şerefli, daha üstün bir şey görmezler de o yüzden ehemmiyet verirler.
  • همچنین علم و هنرها و حرف ** چون بدید افزون از آنها در شرف
  • İnsan için candan iyi bir şey yoksa can azizdir. Fakat candan iyi bir şeye sahip oldu mu, canın adı hor, hakir olur gider. 4110
  • تا به از جان نیست جان باشد عزیز ** چون به آمد نام جان شد چیز لیز
  • Çocuğun canı, çocuk kaldıkça, büyümedikçe oyun için yapılan bebeciktir.
  • لعبت مرده بود جان طفل را ** تا نگشت او در بزرگی طفل‌زا
  • Bu düşünceler bu hayallenmeler de bebeciklerdir. Sen çocuk kaldıkça onlara ihtiyacın vardır.
  • این تصور وین تخیل لعبتست ** تا تو طفلی پس بدانت حاجتست
  • Fakat çocuk, çocukluktan kurtuldu da kemale erişti mi, adam oldu mu artık duygulardan da vazgeçer, düşüncelerden de, hayallerden de!
  • چون ز طفلی رست جان شد در وصال ** فارغ از حس است و تصویر و خیال
  • Mahrem yok ki açıkça söyleyeyim… Sükût ettim; Allah hakikate uygun olanı daha iyi bilir.
  • نیست محرم تا بگویم بی‌نفاق ** تن زدم والله اعلم بالوفاق
  • Malla beden, hemencecik eriyip giden kardır. Fakat satılığa çıkarılınca onların alıcısı Allah’tır. 4115
  • مال و تن برف‌اند ریزان فنا ** حق خریدارش که الله اشتری
  • Bu kar, sana neden paradan daha iyi geliyor, bilir misin? Şüphedesin, yakinin yok da ondan.
  • برفها زان از ثمن اولیستت ** که هیی در شک یقینی نیستت
  • Behey aşağılık adam, bu sendeki zan, ne acayip zan ki yakin bahçesinde hiç uçmuyor.
  • وین عجب ظنست در تو ای مهین ** که نمی‌پرد به بستان یقین
  • Oğul, her şüphe, yakına susamıştır. Şüphe arttıkça yakına ulaşmak için daha ziyade çırpınır, kol kanat açar, uçmaya çalışır...
  • هر گمان تشنه‌ی یقینست ای پسر ** می‌زند اندر تزاید بال و پر
  • İlim mertebesine ulaştı mı kanadı ayak kesilir, gayri uçmaya ihtiyacı kalmaz. Çünkü bilgisi yakın kokusunu almaya başlamıştır.
  • چون رسد در علم پس پر پا شود ** مر یقین را علم او بویا شود
  • Çünkü bu sınanmış yolda ilim yakından aşağıdır, şüphe yukarı. 4120
  • زانک هست اندر طریق مفتتن ** علم کمتر از یقین و فوق ظن
  • Bil ki ilim, yakını arar. Yakin de apaçık görüşü…
  • علم جویای یقین باشد بدان ** و آن یقین جویای دیدست و عیان
  • Elhâkümü suresinde “Kellâ lev ta’lemune” den sonrasını oku da bunu ara, bul, anla.
  • اندر الهیکم بجو این را کنون ** از پس کلا پس لو تعلمون
  • Ey bilgi sahibi, bilgi insanı görüşe götürür. Dünyadakiler yakin sahibi olsalardı cehennemi gözleriyle görürlerdi.
  • می‌کشد دانش ببینش ای علیم ** گر یقین گشتی ببینندی جحیم
  • Görüş, şüphe yok ki yakinden doğar; nitekim hayal de zandan doğmaktadır.
  • دید زاید از یقین بی امتهال ** آنچنانک از ظن می‌زاید خیال
  • Elhâkümü suresinde bu anlatılmıştır. İlm-el Yakin olur, bak da gör! 4125
  • اندر الهیکم بیان این ببین ** که شود علم الیقین عین الیقین
  • Bana gelince; Ben, şüpheden de yüceldim, yakinden de… Kınanmadan başım dönmüyor.
  • از گمان و از یقین بالاترم ** وز ملامت بر نمی‌گردد سرم
  • Onun helvasını yedim; gözüm aydınlandı, onu gördüm gayri.
  • چون دهانم خورد از حلوای او ** چشم‌روشن گشتم و بینای او