English    Türkçe    فارسی   

4
1124-1173

  • Kömür, senin hırsından ateş haline geldi, ateş halinde göründü... Fakat hırs geçti mi o kömür, kapkara, berbat bir halde kala kalır!
  • اخگر از حرص تو شد فحم سیاه ** حرص چون شد ماند آن فحم تباه
  • O zaman kömürün ateş gibi görünmesi, işin güzelliğinden değildi, hırs ateşindendi! 1125
  • آن زمان آن فحم اخگر می‌نمود ** آن نه حسن کار نار حرص بود
  • Hırs, senin işini gücünü bezemişti... Hırs gidince işin gücün kapkara kalakaldı!
  • حرص کارت را بیاراییده بود ** حرص رفت و ماند کار تو کبود
  • Şeytan’ın bezediği ekşi otu aptal adam, olmuş ve iti sanır.
  • غوله‌ای را که بر آرایید غول ** پخته پندارد کسی که هست گول
  • Fakat denedi mi ne olduğunu anlar, dişleri kamaşır kalır!
  • آزمایش چون نماید جان او ** کند گردد ز آزمون دندان او
  • Heves yüzünden o tuzak tane görünmededir... O esasen hamdır, fakat hırs şeytanın aksi onu güzel gösterir.
  • از هوس آن دام دانه می‌نمود ** عکس غول حرص و آن خود خام بود
  • Hırsı din işinde ve hayırda ara; din ve hayır işinde haris ol. Bu işler, zaten güzeldir... Hırsın geçse bile güzel görünür! 1130
  • حرص اندر کار دین و خیر جو ** چون نماند حرص باشد نغزرو
  • Hayırlar, esasen güzel ve lâtiftir, başka bir şeyin aksi ile güzel görünmüş değildir. Bu işlerde hırsın parlaklığı geçse bile hayrın letafeti, hayrın parlaklığı kalır.
  • خیرها نغزند نه از عکس غیر ** تاب حرص ار رفت ماند تاب خیر
  • Hâlbuki dünya işinden hırsın parlaklığı gitti mi ateşin harareti ve parlaklığı gitmiş, kömür kalmış demektir... Tıpkı buna benzer.
  • تاب حرص از کار دنیا چون برفت ** فحم باشد مانده از اخگر بتفت
  • Çocukları da hırs aldatırdı zevklerinden bir değneği at yaparlar, eteklerini çemreyip güya ata binerler!
  • کودکان را حرص می‌آرد غرار ** تا شوند از ذوق دل دامن‌سوار
  • Fakat çocuktan o kötü hırs geçti mi öbür çocuklara gülesi gelir.
  • چون ز کودک رفت آن حرص بدش ** بر دگر اطفال خنده آیدش
  • Ben neler yapmışım, ne işlere girişmişim... Sirke bana hırsımdan bal görünmüş diye gülmeğe başlar. 1135
  • که چه می‌کردم چه می‌دیدم درین ** خل ز عکس حرص بنمود انگبین
  • Peygamberlerin yapılarında da hırs yoktu... Onun için boyuna parlayıp duruyor, parlaklığı boyuna artıyor.
  • آن بنای انبیا بی حرص بود ** زان چنان پیوسته رونقها فزود
  • Ulular nice mescitler yaptılar... Fakat hiçbirinin adı Mescid-i Aksâ değildi.
  • ای بسا مسجد بر آورده کرام ** لیک نبود مسجد اقصاش نام
  • Her an şerefi artan Kâbe’nin yüceliği, İbrahim’in ihlaslarındandı!
  • کعبه را که هر دمی عزی فزود ** آن ز اخلاصات ابراهیم بود
  • O mescidin fazileti, toprağından, taşından değildi... Yapıcısında hırs ve savaş yoktu da ondan!
  • فضل آن مسجد خاک و سنگ نیست ** لیک در بناش حرص و جنگ نیست
  • Ne onların kitapları, başkalarının kitaplarına benzer... Ne mescitleri, başkalarının mescitlerine, ne alışverişleri, malları mülkleri, başkalarının alışverişine, malına mülküne! 1140
  • نه کتبشان مثل کتب دیگران ** نی مساجدشان نی کسب وخان و مان
  • Ne edepleri başkalarının edepleri gibidir. Ne hiddetleri, azapları başkalarının hiddeti, azabı gibidir. Uykuları da başkadır, kıyasları da, sözleri de!
  • نه ادبشان نه غضبشان نه نکال ** نه نعاس و نه قیاس و نه مقال
  • Her birerinin başka bir nuru, feri var... Can kuşları uçar ama başka bir kanatla uçar!
  • هر یکیشان را یکی فری دگر ** مرغ جانشان طایر از پری دگر
  • Gönül, onların halini andıkça titrer durur... Onların işleri, bizim işlerimize kıbledir!
  • دل همی لرزد ز ذکر حالشان ** قبله‌ی افعال ما افعالشان
  • Onların kuşlarının yumurtası altındandır... Camları, gece yarısı, seher çağını görür!
  • مرغشان را بیضه‌ها زرین بدست ** نیم‌شب جانشان سحرگه بین شدست
  • O kavmin iyiliğini canla başla ne kadar söylersen söyleyeyim, noksan söylemiş olur; onları noksan övmüş olurum! 1145
  • هر چه گویم من به جان نیکوی قوم ** نقص گفتم گشته ناقص‌گوی قوم
  • Ey ulular, Mescid-i Aksâ yapın; çünkü Süleyman yine geldi vesselam!
  • مسجد اقصی بسازید ای کرام ** که سلیمان باز آمد والسلام
  • Bu devlerden, perilerden baş çeken olursa, bütün melekler, onları tutar, bağlar, tomruğa vurur!
  • ور ازین دیوان و پریان سر کشند ** جمله را املاک در چنبر کشند
  • Dev, bir an bile hileye düzene girişir de eğri büğrü yürürse derhal başına şimşek gibi bir kamçıdır gelir!
  • دیو یک دم کژ رود از مکر و زرق ** تازیانه آیدش بر سر چو برق
  • Sen de Süleyman’a benze de, devlerin, yapına yardım etsinler, taş kessinler!
  • چون سلیمان شو که تا دیوان تو ** سنگ برند از پی ایوان تو
  • Süleyman gibi vesvesesiz, hilesiz ol da cinle dev, senin de buyruğuna uysun! 1150
  • چون سلیمان باش بی‌وسواس و ریو ** تا ترا فرمان برد جنی و دیو
  • Senin hatemin bu gönüldür... Aklını başına al da dev, hatemini ağlamasın!
  • خاتم تو این دلست و هوش دار ** تا نگردد دیو را خاتم شکار
  • Avladı, ele geçirdimi artık sana boyuna Süleymanlık eder... Hatemli devden sakın vesselâm!
  • پس سلیمانی کند بر تو مدام ** دیو با خاتم حذر کن والسلام
  • Gönül, o Süleymanlık gelip geçici bir şey değildir... Sen zahiren de Süleymanlık etme kabiliyetindesin, içinde de o ehliyet var senin.
  • آن سلیمانی دلا منسوخ نیست ** در سر و سرت سلیمانی کنیست
  • Dev de bir zaman olur, Süleyman’lık eder ama her dokumacı nerden atlas dokuyacak?
  • دیو هم وقتی سلیمانی کند ** لیک هر جولاهه اطلس کی تند
  • Elini oynatır ama ikisinin arasında ne kadar fark var? 1155
  • دست جنباند چو دست او ولیک ** در میان هر دوشان فرقیست نیک
  • Şaire Padişahın ihsanı, Ebülhasan adındaki vezirin o ihsanı arttırması
  • قصه‌ی شاعر و صله دادن شاه و مضاعف کردن آن وزیر بوالحسن نام
  • Şairin biri, padişahtan elbise almak, rütbeye erişmek, ihsana nail olmak ümidiyle bir şiir yazıp götürdü.
  • شاعری آورد شعری پیش شاه ** بر امید خلعت و اکرام و جاه
  • Padişah ikram sahibiydi, şaire bin kırmızı altın verilmesini, bundan başka daha da ihsanlarda bulunmalarını emretti.
  • شاه مکرم بود فرمودش هزار ** از زر سرخ و کرامات و نثار
  • Veziri dedi ki: Bu pek az... Hiç olmazsa ona o bin altın ver de safayı hatırla gitsin!
  • پس وزیرش گفت کین اندک بود ** ده هزارش هدیه وا ده تا رود
  • Hatta böyle bir şaire senin gibi ihsanda avucu denize benzer bir padişahın ona bin altın vermesi bile azdır!
  • از چنو شاعر نس از تو بحردست ** ده هزاری که بگفتم اندکست
  • Vezir, padişaha, harmanın onda biri şaire verilsin diye geçmiş padişahların ihsanlarına dair hikâyeler söyledi, hikmetlerden bahsetti. 1160
  • فقه گفت آن شاه را و فلسفه ** تا برآمد عشر خرمن از کفه
  • Padişah da şaire on bin altınla değerli elbiseler verdi... Şairin içini şükür ve sena yurdu haline getirdi.
  • ده هزارش داد و خلعت درخورش ** خانه‌ی شکر و ثنا گشت آن سرش
  • Şair sonradan bu kimin gayretiyle oldu, padişaha benim ehliyetimi kim bildirdi diye araştırdı.
  • پس تفحص کرد کین سعی کی بود ** شاه را اهلیت من کی نمود
  • Dediler ki: adı da Hasan, huyu da Hasen olan vezir yok mu, işte o buna sebep oldu.
  • پس بگفتندش فلان‌الدین وزیر ** آن حسن نام و حسن خلق و ضمیر
  • Şair, bunu duyunca veziri methetti, bu hususta uzun bir kaside yazdı, vezirin evine gidip sundu.
  • در ثنای او یکی شعری دراز ** بر نبشت و سوی خانه رفت باز
  • (Bu kasidede padişahın methi hiç yoktu. Çünkü padişahın nimetleri, hilâtları, zaten dilsiz, dudaksız, padişahı methedip duruyordu!) 1165
  • بی‌زبان و لب همان نعمای شاه ** مدح شه می‌کرد و خلعتهای شاه
  • O şairin birkaç yıl sonra yine aynı ihsanlara nail olmak ümidiyle tekrar gelmesi, padişahın, âdeti veçhile bin dinar verilmesini emretmesi, yine adı Ebülhasan olan yeni vezirin, birçok masraflarımız var, hazine boş, ben onu, bu ihsanın onda biriyle bile hoşnut ederim demesi
  • باز آمدن آن شاعر بعد چند سال به امید همان صله و هزار دینار فرمودن بر قاعده‌ی خویش و گفتن وزیر نو هم حسن نام شاه را کی این سخت بسیارست و ما را خرجهاست و خزینه خالیست و من او را بده یک آن خشنود کنم
  • Birkaç yıl sonra şair, yine yok yoksun bir hale düştü, muhtaç oldu... rızıklanmak, ekin parası bulmak ümidiyle,
  • بعد سالی چند بهر رزق و کشت ** شاعر از فقر و عوز محتاج گشت
  • Dedi ki: Yokluk ve darlık zamanında sınanmış şeyi aramak, ona başvurmak daha iyi...
  • گفت وقت فقر و تنگی دو دست ** جست و جوی آزموده بهترست
  • Kerem ve ihsanda sınadığın kapıya gideyim de yine ihtiyacımı arz edeyim.
  • درگهی را که آزمودم در کرم ** حاجت نو را بدان جانب برم
  • Sibeveyh, Allah sözünün manasını anlatırken “Halk, hacet zamanında ona sığınır...
  • معنی الله گفت آن سیبویه ** یولهون فی الحوائج هم لدیه
  • İhtiyaçlarımızı sana arz eder, sana sığınırız... Hacetlerimizi senden diler, sen de buluruz demektir” dedi. 1170
  • گفت الهنا فی حوائجنا الیک ** والتمسناها وجدناها لدیک
  • Binlerce akıllı kişi, dert ve ihtiyaç zamanında umumiyetle o tek Allah’ın huzurunda ağlar, inler.
  • صد هزاران عاقل اندر وقت درد ** جمله نالان پیش آن دیان فرد
  • Hiçbir aklı eksik ve deli yoktur ki acizliğini varsın da bir nekese arz etsin!
  • هیچ دیوانه‌ی فلیوی این کند ** بر بخیلی عاجزی کدیه تند
  • Akıllılar, binlerce defa ihtiyaçlarının giderildiğini görmeselerdi hiç o tapıya canla başla giderler miydi?
  • گر ندیدندی هزاران بار بیش ** عاقلان کی جان کشیدندیش پیش