English    Türkçe    فارسی   

6
2734-2783

  • Bu suretle ikimiz, birbirimize ulanmış, bağlanmış oluruz; bir bedendeki can gibi birbirimize karışırız dedi.
  • تا به هم آییم زین فن ما دو تن  ** اندر آمیزیم چون جان با بدن 
  • Beden de canın ayağında bir ipe benzer, onu gökyüzünden yere çeker durur. 2735
  • هست تن چون ریسمان بر پای جان  ** می‌کشاند بر زمینش ز آسمان 
  • Can kurbağası, kendinden geçme suyuna hoş bir surette dalmışken, beden faresinden güzelce kurtulmuşken.
  • چغز جان در آب خواب بیهشی  ** رسته از موش تن آید در خوشی 
  • Beden faresi o iple yine onu çeker. Can, bu çekişten ne acılar tadar!
  • موش تن زان ریسمان بازش کشد  ** چند تلخی زین کشش جان می‌چشد 
  • Beyni kokmuş farenin çekişi olmasaydı kurbağa, suyun içinde rahatça yaşardı.
  • گر نبودی جذب موش گنده‌مغز  ** عیش‌ها کردی درون آب چغز 
  • Bunun ötesini, gündüz olup da ecel uykusundan uyanınca güneşe nurlar bağışlayandan duyarsın.
  • باقیش چون روز برخیزی ز خواب  ** بشنوی از نوربخش آفتاب 
  • İpliğin bir ucunu benim ayağıma bağla, öbür ucunu kendi ayağına düğümle 2740
  • یک سر رشته گره بر پای من  ** زان سر دیگر تو پا بر عقده زن 
  • De bu kupkuru yerde iktiza edince ipi çekebileyim, sen de bu vesileyle benim derdimi anlayasın dedi.
  • تا توانم من درین خشکی کشید  ** مر ترا نک شد سر رشته پدید 
  • Bu söz kurbağanın gönlüne acı geldi. Bu pis beni bağlıyor galiba dedi.
  • تلخ آمد بر دل چغز این حدیث  ** که مرا در عقده آرد این خبیث 
  • İyi adamın gönlüne kötü bir düşünce geldi mi bu boş değildir, bir aslı vardır bunun.
  • هر کراهت در دل مرد بهی  ** چون در آید از فنی نبود تهی 
  • O anlayışı vehim sayma, Tanrı anlayışı bil. Gönüldeki nur, onu külli levihten okumuş, anlamıştır.
  • وصف حق دان آن فراست را نه وهم  ** نور دل از لوح کل کردست فهم 
  • Biliyorsun ya, filcinin o kadar çalışmasına, korkunç bir surette bağırıp çağırmasına rağmen fil, Tanrı evine gitmemişti. 2745
  • امتناع پیل از سیران ببیت  ** با جد آن پیلبان و بانگ هیت 
  • Ayağı, o kadar köteğe rağmen az çok, Kâbe tarafına gitmiyordu vesselam.
  • جانب کعبه نرفتی پای پیل  ** با همه لت نه کثیر و نه قلیل 
  • Sanki ayakları kurumuştu, yahut da o saldıran canı, bedeninden çıkmıştı dersin.
  • گفتیی خود خشک شد پاهای او  ** یا بمرد آن جان صول‌افزای او 
  • Fakat başını Yemen tarafına döndürdüler mi o erkek fil yüz at süratinde koşmaktaydı.
  • چونک کردندی سرش سوی یمن  ** پیل نر صد اسپه گشتی گام‌زن 
  • Filin duygusu, gayb zahmını anlamıştı. Bu böyle olunca artık kendisine Tanrı’dan ilham gelen velinin duygusu nasıl olur?
  • حس پیل از زخم غیب آگاه بود  ** چون بود حس ولی با ورود 
  • O güzel huylu Yakup peygamber de, kardeşleri, Yusuf için 2750
  • نه که یعقوب نبی آن پاک‌خو  ** بهر یوسف با همه اخوان او 
  • Babalarından izin alıp onu birazcık sahraya gezmeye götürmek istedikleri zaman bir şeyler sezinlemişti.
  • از پدر چون خواستندش دادران  ** تا برندش سوی صحرا یک زمان 
  • Hepsi de ona, Yusuf’a bir zarar gelir diye düşünme. Bir iki günceğiz müsaade et baba.
  • جمله گفتندش میندیش از ضرر  ** یک دو روزش مهلتی ده ای پدر 
  • که چرا ما را نمی داری امین ** یوسف خود را به سیران و ظعین
  • Yeşilliklerde beraber gezip tozalım. Biz, onu çağırıyoruz ama emniyet ve ihsan sahibi kişileriz dediler.
  • تا به هم در مرجها بازی کنیم  ** ما درین دعوت امین و محسنیم 
  • Yakup, şu kadar biliyorum ki onu benim yanımdan alıp götürmenizden gönlümde bir dert, bir elem peydahlanıyor. 2755
  • گفت این دانم که نقلش از برم  ** می‌فروزد در دلم درد و سقم 
  • Gönlüm, asla yalan söylemez. Çünkü o arş nurundan nurlanmıştır dedi.
  • این دلم هرگز نمی‌گوید دروغ  ** که ز نور عرش دارد دل فروغ 
  • Yakup’un şu gönlünün burkulması yok mu işte o, bu işte bir kötülük olduğuna katî bir delildi. Fakat kaza ve kaderden kaçmasına imkan yoktu.
  • آن دلیل قاطعی بد بر فساد  ** وز قضا آن را نکرد او اعتداد 
  • Kaza ve kader hükmünü işleyecekti. Onun için Yakup da bu kadar nişaneler gördüğü halde yine de Yusuf’u gönderdi.
  • در گذشت از وی نشانی آن‌چنان  ** که قضا در فلسفه بود آن زمان 
  • Körün, kuyuya düşmesine şaşılmaz, fakat yolu gören de düşer, buna şaşılır işte.
  • این عجب نبود که کور افتد به چاه  ** بوالعجب افتادن بینای راه 
  • Bu kaza ve kaderin çeşit çeşit işleri vardır. Adamın gözünü, Tanrı nasıl dilerse öyle bağlar. 2760
  • این قضا را گونه گون تصریفهاست  ** چشم‌بندش یفعل‌الله ما یشاست 
  • Gönül hilesini hem bilir, hem bilmez. Mührünü vurmak için demiri bile yumuşatır, muma döndürür.
  • هم بداند هم نداند دل فنش  ** موم گردد بهر آن مهر آهنش 
  • Gönül derdi ki: Mademki Tanrı taktiri böyle, bunu istiyor, ha olsun, ne yapalım?
  • گوییی دل گویدی که میل او  ** چون درین شد هرچه افتد باش گو 
  • Kendisini bundan gafil tutmaktaydı. Can da, onun ipiyle bağlanmış kalmıştı.
  • خویش را زین هم مغفل می‌کند  ** در عقالش جان معقل می‌کند 
  • O yüce kişi, taktir yüzünden mat olursa bu, alt olma değildir, Tanrı kazasına uğramadır.
  • گر شود مات اندرین آن بوالعلا  ** آن نباشد مات باشد ابتلا 
  • Bir musibet, onu yüzlerce musibetten kurtarır. Bir iniş onu yüceliklere çıkarır. 2765
  • یک بلا از صد بلااش وا خرد  ** یک هبوطش بر معارجها برد 
  • Hani ham bir şuh, bir şen adam gibi. Gece içtiği şarap, onu sarhoş etti, yüz binlerce ham kişinin sarhoşluğundan kurtardı.
  • خام شوخی که رهانیدش مدام  ** از خمار صد هزاران زشت خام 
  • Nihayet o da pişti, usta oldu, cihanın esirliğinden kurtuldu, hürriyete kavuştu.
  • عاقبت او پخته و استاد شد  ** جست از رق جهان و آزاد شد 
  • Zevali olmayan Tanrı şarabını içti, sarhoş oldu. Kendisine her şeyi, herkesi anlayacak bir kabiliyet geldi, halktan kurtuldu.
  • از شراب لایزالی گشت مست  ** شد ممیز از خلایق باز رست 
  • Onların gevşek ve taklitçi inanışlarından, görmez gözlerinin gördüğü hayalden halâs oldu.
  • ز اعتقاد سست پر تقلیدشان  ** وز خیال دیده‌ی بی‌دیدشان 
  • Şaşılacak şey! Onların anlayışı, bu nişanesiz denizin met ve cezrine ne yapabilecek ki? 2770
  • ای عجب چه فن زند ادراکشان  ** پیش جزر و مد بحر بی‌نشان 
  • Bu yapılmış, düzülmüş mamureler, o çölden geldi. Saltanat, padişahlık, vezirlik, oradan verildi.
  • زان بیابان این عمارت‌ها رسید  ** ملک و شاهی و وزارتها رسید 
  • Yokluk çölünden bu görünen âleme iştiyaklarla bölük bölük varlıklar gelip durmada.
  • زان بیابان عدم مشتاق شوق  ** می‌رسند اندر شهادت جوق جوق 
  • Bu çölden her akşam, her sabah kervan üstüne kervan geliyor.
  • کاروان بر کاروان زین بادیه  ** می‌رسد در هر مسا و غادیه 
  • Geliyor, biz geldik, nöbet bizim, siz gidin diye yerimizi yurdumuzu alıyor.
  • آید و گیرد وثاق ما گرو  ** که رسیدم نوبت ما شد تو رو 
  • Oğul, akıl gözünü açtı mı baba, hemencecik yükünü kağnıya koyuyor. 2775
  • چون پسر چشم خرد را بر گشاد  ** زود بابا رخت بر گردون نهاد 
  • O âlemden buraya bir ana yol var. Oradan buraya geliyorlar, buradan oraya gidiyorlar.;
  • جاده‌ی شاهست آن زین سو روان  ** وآن از آن سو صادران و واردان 
  • İyi dikkat et. Oturmuşuz ama gidiyoruz, yeni bir yere hareket etmişiz, fakat görmüyorsun sen.
  • نیک بنگر ما نشسته می‌رویم  ** می‌نبینی قاصد جای نویم 
  • Sermayeni ağzını bugün için değil, ilerisi için, ileride bir iş yapmak için hazırlarsın.
  • بهر حالی می‌نگیری راس مال  ** بلک از بهر غرض‌ها در مل 
  • Ey yola tapan, yolcu odur ki yüzü ve gidişi, ileriyedir.
  • پس مسافر این بود ای ره‌پرست  ** که مسیر و روش در مستقبلست 
  • Nitekim gönül perdesi ardından da anbean yorulmadan, usanmadan hayal alayı gelip durur. 2780
  • هم‌چنانک از پرده‌ی دل بی‌کلال  ** دم به دم در می‌رسد خیل خیال 
  • O düşünceler, hep bir fidanlıktan kopup gelmese nasıl olur da hepsi yol bulur, gönle gelip çatar?
  • گر نه تصویرات از یک مغرس‌اند  ** در پی هم سوی دل چون می‌رسند 
  • Bölük, bölük düşünce ordumuz, susamış bir halde gönül çeşmesine geliyor.
  • جوق جوق اسپاه تصویرات ما  ** سوی چشمه‌ی دل شتابان از ظما 
  • Testilerini doldurup gidiyorlar. Daima meydanda ve daima gizli bunlar.
  • جره‌ها پر می‌کنند و می‌روند  ** دایما پیدا و پنهان می‌شوند