- Her kumaşın değeri nedir? Biliyorsun da kendi değerini bilmiyorsun. Bu ahmaklıktır.
- قیمت هر کاله میدانی که چیست ** قیمت خود را ندانی احمقیست
- Yomlu yıldızlarla yomsuz yıldızları biliyorsun… Fakat sen yomlumusun, yoksa cemcenabet biri misin? Buna bakmıyorsun bile?
- سعدها و نحسها دانستهای ** ننگری سعدی تو یا ناشستهای
- Bütün bilgilerin ruhu budur bu… Mahşer günü ben kimim, ne hale geleceğim; demen bunu bilmen gerek!
- جان جمله علمها اینست این ** که بدانی من کیم در یوم دین
- Din usulünü bildin ama kendi aslın, kendi mayan iyiyse bir de ona bak, onu bil! 2655
- آن اصول دین بدانستی ولیک ** بنگر اندر اصل خود گر هست نیک
- Seni için bu iki usulden kendi aslını bilmen daha iyidir ey ulu kişi!
- از اصولینت اصول خویش به ** که بدانی اصل خود ای مرد مه
- Sebâlılar’ın şehirlerinin güzelliği ve onların buna şükretmemeleri
- صفت خرمی شهر اهل سبا و ناشکری ایشان
- Sebâlılar’ın asılları kötüydü, mayaları pisti. Allah’a ulaşma sebeplerinden kaçarlardı.
- اصلشان بد بود آن اهل سبا ** میرمیدندی ز اسباب لقا
- Allah, onlara bunca matah, bunca bağ, bunca bostan vermiş, sağlarından, sollarından onlara zevk ve huzur için bunca nimetler ihsan etmişti.
- دادشان چندان ضیاع و باغ و راغ ** از چپ و از راست از بهر فراغ
- Ağaçlardan dökülen meyvelerin bolluğundan yol daralır, geçenler, geçemez olurlardı.
- بس که میافتاد از پری ثمار ** تنگ میشد معبر ره بر گذار
- Yerlere dökülen meyveler, yolu kapar, yolcu, nereden geçeyim diye şaşırır kalırdı. 2660
- آن نثار میوه ره را میگرفت ** از پری میوه رهرو در شگفت
- Birisi, başına bir sepet alıp ağaçlıklardan geçse sepet silkmeden meyvelerle dolardı.
- سله بر سر در درختستانشان ** پر شدی ناخواست از میوهفشان
- Meyveleri kimse silkmez, düşürmez, meyveler, rüzgârla düşer, nicelerin etekleri, meyvelerle dolar, boşalırdı.
- باد آن میوه فشاندی نه کسی ** پر شدی زان میوه دامنها بسی
- Meyve hevenkleri, dallardan aşağılara kadar sarkar, gelip geçenlerin başlarına, yüzlerine sürtünürdü.
- خوشههای زفت تا زیر آمده ** بر سر و روی رونده میزده
- Külhan hizmetinde çalışan aşağılık bir adam bile o kadar zengindi ki altın kemer kuşanırdı.
- مرد گلخنتاب از پری زر ** بسته بودی در میان زرین کمر
- Köpek, ekmekleri ayağıyla çiğner, ezerdi… Kurt, yiyecek bolluğundan imtilâ illetine tutulmuştu. 2665
- سگ کلیچه کوفتی در زیر پا ** تخمه بودی گرگ صحرا از نوا
- Şehir de hırsızdan kurttan emindi, köy de. Keçi bile, büyük büyük kurtlardan korkmaz olmuştu.
- گشته آمن شهر و ده از دزد و گرگ ** بز نترسیدی هم از گرگ سترگ
- Onların günden güne artan nimetlerini, onların nail oldukları şeyleri anlatsam,
- گر بگویم شرح نعمتهای قوم ** که زیادت میشد آن یوما بیوم
- Mühim sözler geri kalır. Peygamberler, bunlara “Doğru olun, doğruluk yapın!” demişti!
- مانع آید از سخنهای مهم ** انبیا بردند امر فاستقم
- Sebâlılar’a nasihat için peygamber gelmesi, Peygamberlerden mucize istemeleri
- آمدن پیغامبران حق به نصیحت اهل سبا
- Oraya tam on üç peygamber gelmiş, sapıklara yol göstermiş istemişlerdi.
- سیزده پیغامبر آنجا آمدند ** گمرهان را جمله رهبر میشدند
- “Nimetleriniz çoğalıp durmakta, fakat şükür nerede? Şükrü merkebi yatıp uyusa bile siz onu uyandırın, kaldırın! 2670
- که هله نعمت فزون شد شکر کو ** مرکب شکر ار بخسپد حرکوا
- Nimet verene şükretmek aklen de lâzım. Şükretmeyen, kendisine ebedî hışım kapısını açar.
- شکر منعم واجب آید در خرد ** ورنه بگشاید در خشم ابد
- Kendinize gelin de şu kereme bakın! Bir şükre bedel bu kadar nimeti kim verir?
- هین کرم بینید وین خود کس کند ** کز چنین نعمت به شکری بس کند
- Allah insana baş verir, şükür için de bir secde ister… Ayak bağışlar şükür için bir oturma diler” dediler.
- سر ببخشد شکر خواهد سجدهای ** پا ببخشد شکر خواهد قعدهای
- Sebâlılar dediler ki: “Bizim şükretme kabiliyetimizi Şeytan aldı götürdü! Şükürden de usandık, nimetten de.
- قوم گفته شکر ما را برد غول ** ما شدیم از شکر و از نعمت ملول
- Bu nimetlerden bize öyle usanç geldi ki ne ibadet hoşumuza gidiyor, ne kabahat! 2675
- ما چنان پژمرده گشتیم ازعطا ** که نه طاعتمان خوش آید نه خطا
- Nimetleri de istemiyoruz, bahçeleri de… Zevk sebeplerini de dilemiyoruz, safa vesilelerini de!
- ما نمیخواهیم نعمتها و باغ ** ما نمیخواهیم اسباب و فراغ