English    Türkçe    فارسی   

3
593-617

  • Fakat nerede bir Mustafa ki cismi can olsun da “Er rahman, Allemel Kur’an- Rahman, ona Kur’an’ı öğretti” sırrına ersin.
  • مصطفایی کو که جسمش جان بود ** تا که رحمن علم‌القرآن بود
  • Ten ehlinin hepsi kalemle, okuyup yazmakla öğrenir, öğretir. Allah kereminin bolluğuyla kalemi, öğretiş ve öğrenişe vasıta halk etmiştir.
  • اهل تن را جمله علم بالقلم ** واسطه افراشت در بذل کرم
  • Oğul, her hırs sahibi mahrumdur. Harisler gibi öyle koşma, aheste aheste yürü. 595
  • هر حریصی هست محروم ای پسر ** چون حریصان تگ مرو آهسته‌تر
  • Şehirli ve çoluk çocuğu da o yolda karada yaşayan kuşun suda çektiği eziyet ve zahmet gibi eziyetler, zahmetler çektiler.
  • اندر آن ره رنجها دیدند و تاب ** چون عذاب مرغ خاکی در عذاب
  • Köye de karınları toktu artık, köylüye de. Öyle usta olmadan şeker yapmaya da doymuşlardı, hatta.
  • سیر گشته از ده و از روستا ** وز شکرریز چنان نا اوستا
  • Şehirliyle akrabasının köye varmaları, köylünün onları tanımazlıktan gelmesi
  • رسیدن خواجه و قومش به ده و نادیده و ناشناخته آوردن روستایی ایشان را
  • Bir ay sonra kendileri perişan, hayvanları yemsiz bir hâlde o köye vardılar.
  • بعد ماهی چون رسیدند آن طرف ** بی‌نوا ایشان ستوران بی علف
  • Köylüye bak ki kötü niyeti yüzünden falan feşman diye zırvalamaya,
  • روستایی بین که از بدنیتی ** می‌کند بعد اللتیا والتی
  • Gündüzleri, bağına, bahçesine yüz tutmasınlar diye onlardan yüzünü gizlemeye koyuldu. 600
  • روی پنهان می‌کند زیشان بروز ** تا سوی باغش بنگشایند پوز
  • Gizlediği yüz de zaten tamamıyla hile ve riyadan ibaretti. Öyle yüzün, Müslümanlardan gizli kalması daha iyi.
  • آنچنان رو که همه رزق و شرست ** از مسلمانان نهان اولیترست
  • Öyle yüzler vardır ki şeytanlar, sinek gibi başına üşüşür, bekçi gibi orada yurt tutar, otururlar.
  • رویها باشد که دیوان چون مگس ** بر سرش بنشسته باشند چون حرس
  • Bu çeşit adamların suratını gördün mü ya bakma yahut da mademki baktın, hoşlanıp gülme.
  • چون ببینی روی او در تو فتند ** یا مبین آن رو چو دیدی خوش مخند
  • O çeşit habis ve âsi suratlar hakkında Allah, “Alnının perçeminden yakalar, çekeriz” dedi.
  • در چنان روی خبیث عاصیه ** گفت یزدان نسفعن بالناصیه
  • Konuklar, köylünün evini sorup buldular, akraba ve bildikleri gibi kapıya koştular. 605
  • چون بپرسیدند و خانه‌ش یافتند ** همچو خویشان سوی در بشتافتند
  • Köylünün evindekiler kapıyı kapadılar. Şehirli, bu aykırı hareketten deli gibi oldu.
  • در فرو بستند اهل خانه‌اش ** خواجه شد زین کژروی دیوانه‌وش
  • Fakat zaten sertlik gösterilecek zaman değildi. Kuyuya düştükten sonra sertliğin ne faydası var?
  • لیک هنگام درشتی هم نبود ** چون در افتادی بچه تیزی چه سود
  • Tam beş gün, geceleri soğuktan üşüyerek, gündüzleri sıcaktan yanıp yakılarak kapısının önünde kaldılar.
  • بر درش ماندند ایشان پنج روز ** شب بسرما روز خود خورشیدسوز
  • Orada kalışları ne gafilliklerindendi, ne eşekliklerinden. Zaruretten, açlık ve susuzluk yüzündendi.
  • نه ز غفلت بود ماندن نه خری ** بلک بود از اضطرار و بی‌خری
  • İyiler, zaruret yüzünden kötülerle bağdaşırlar. Adam, zaruret yüzünden ölü eti bile yer! 610
  • با لیمان بسته نیکان ز اضطرار ** شیر مرداری خورد از جوع زار
  • Şehirli, köylüyü gördükçe selâm vermekte, “ Yahu, ben filan kişiyim, adım da şu” demekteydi.
  • او همی‌دیدش همی‌کردش سلام ** که فلانم من مرا اینست نام
  • Köylü ”Olabilir. Fakat sen kimsin, nesin, ben ne bileyim? Belki kötü bir adamsın, belki temiz bir adam.
  • گفت باشد من چه دانم تو کیی ** یا پلیدی یا قرین پاکیی
  • Şehirli dedi ki: “Bu an, tam kıyamete benzedi: Kardeş, kardeşinden kaçmada!”
  • گفت این دم با قیامت شد شبیه ** تا برادر شد یفر من اخیه
  • Şehirli, köylüye “ Soframdan fazlasıyla yemek yemedin mi sen? Ben o adam değil miyim?
  • شرح می‌کردش که من آنم که تو ** لوتها خوردی ز خوان من دوتو
  • Filan gün sana feşman şey almadım mıydı, seninle buluşup görüşmez miydik? 615
  • آن فلان روزت خریدم آن متاع ** کل سر جاوز الاثنین شاع
  • Halk, aramızda ki sevgiyi duymuş, işitmiştir. Boğaz, nimet yerse yüz utanır” diye anlatıp duruyor.
  • سر مهر ما شنیدستند خلق ** شرم دارد رو چو نعمت خورد حلق
  • Köylü de “Saçma sapan ne söylenip duruyorsun ki? Ne seni tanıyorum, ne adını, ne yerini!” diyordu.
  • او همی‌گفتش چه گویی ترهات ** نه ترا دانم نه نام تو نه جات