English    Türkçe    فارسی   

4
1841-1865

  • Tabii ruhun şekli, hali de fanidir... O can şeklini, sıfatını iste ki gökyüzündedir!
  • حلیه‌ی روح طبیعی هم فناست ** حلیه‌ی آن جان طلب کان بر سماست
  • Onun bedeni, yeryüzünde mum gibidir... Nuru ise yedinci kat tavanın üstündedir!
  • جسم او هم‌چون چراغی بر زمین ** نور او بالای سقف هفتمین
  • Güneşin ışıkları odadadır ama güneş, dördüncü kat göktedir.
  • آن شعاع آفتاب اندر وثاق ** قرص او اندر چهارم چارطاق
  • Gülün suretini, lâtife yollu burnunun altında görürsün ama gül kokusu dimağın ta tavanına, sayvanına kadar her yeri tutmuştur.
  • نقش گل در زیربینی بهر لاغ ** بوی گل بر سقف و ایوان دماغ
  • Uyuyan adam, Aden’de bir azaba uğradığını görür ama aksi, bedeninde ter halinde görünür! 1845
  • مرد خفته در عدن دیده فرق ** عکس آن بر جسم افتاده عرق
  • Gömlek, Mısır’da bir harise rehin olmuştur ama Kenan ülkesi o gömleğin kokusuyla dolmuştur!
  • پیرهن در مصر رهن یک حریص ** پر شده کنعان ز بوی آن قمیص
  • Tarihçiler, bunu duyunca Bayezid’in tayin ettiği zamanı yazdılar... Âdeta şişe benzeyen kamış kalemlerini kebapla bezediler.
  • بر نبشتند آن زمان تاریخ را ** از کباب آراستند آن سیخ را
  • Tanı o zaman, o tarih gelip çatınca o padişah doğdu... Devlet satrancını oynadı!
  • چون رسید آن وقت و آن تاریخ راست ** زاده شد آن شاه و نرد ملک باخت
  • Bayezid’in ölümünden sonra yıllar geçti, Ebul Hasan dünyaya geldi.
  • از پس آن سالها آمد پدید ** بوالحسن بعد وفات بایزید
  • O padişah, Ebulhasan’ın ihsanına, kıskanmasına ait ne gibi huylar söylediyse aynen zuhur etti. 1850
  • جمله‌ی خوهای او ز امساک وجود ** آن‌چنان آمد که آن شه گفته بود
  • Çünkü onun önünde giden levhimahfuz’dur... Neden mahfuzdur o levh? Hatadan!
  • لوح محفوظ است او را پیشوا ** از چه محفوظست محفوظ از خطا
  • Bu, ne yıldız bilgisidir, ne remil, ne de rüya... Allah, doğrusunu daha iyi bilir ya, Allah vahyidir!
  • نه نجومست و نه رملست و نه خواب ** وحی حق والله اعلم بالصواب
  • Sofiler, bunu halktan gizlemek için gönül vahyi demişlerdir.
  • از پی روپوش عامه در بیان ** وحی دل گویند آن را صوفیان
  • Sen istersen onu gönül vahyi farz et... Gönül zaten onun nazargâhıdır... Gönül, ona agâh olunca nasıl hata eder?
  • وحی دل گیرش که منظرگاه اوست ** چون خطا باشد چو دل آگاه اوست
  • Ey mümin, sen, Allah nuruyla bakar, görürsün... Hatadan, yanılmadan eminsin! 1855
  • مومنا ینظر به نور الله شدی ** از خطا و سهو آمن آمدی
  • Sofinin canına, gönlüne gelen Allah yemeğinin eksilmesi
  • نقصان اجرای جان و دل صوفی از طعام الله
  • Sofi, yoksulluktan dertlenince yoksulluğu, ona dadı ve gıda kesilir.
  • صوفیی از فقر چون در غم شود ** عین فقرش دایه و مطعم شود
  • Çünkü cennet, hoşa gitmeyen şeylerden meydana gelmiştir... Merhamet, gönlü kırık âcizlerin nasibidir.
  • زانک جنت از مکاره رسته است ** رحم قسم عاجزی اشکسته است
  • Yücelikle başlar kıran kişiye ne Allah’ın merhameti nasip olur, ne halkın!
  • آنک سرها بشکند او از علو ** رحم حق و خلق ناید سوی او
  • Bu sözün sonu yoktur... Evet, o yiğit, yiyecek ve ekmek nafakasının azlığından perişan oldu!
  • این سخن آخر ندارد وان جوان ** از کمی اجرای نان شد ناتوان
  • Ne mutlu o sofiye ki rızkı azalır... Boncuğu inci olur, kendisi deniz kesilir! 1860
  • شاد آن صوفی که رزقش کم شود ** آن شبه‌ش در گردد و اویم شود
  • O hususi Allah nafakasını duyan, Allah’ın yakınlığına erer, gayb nafakasını elde eder.
  • زان جرای خاص هر که آگاه شد ** او سزای قرب و اجری‌گاه شد
  • Fakat ruh nafakası noksan olan kişinin canı o noksan yüzünden titremeye başlar.
  • زان جرای روح چون نقصان شود ** جانش از نقصان آن لرزان شود
  • Anlar ki bir hata etmiştir de bundan dolayı rıza yaseminliği perişan olmuştur.
  • پس بداند که خطایی رفته است ** که سمن‌زار رضا آشفته است
  • İşte o adam da ekinin az olması yüzünden harman sahibine mektup yazdı.
  • هم‌چنانک آن شخص از نقصان کشت ** رقعه سوی صاحب خرمن نبشت
  • Mektubunu o yüce ve adil padişaha götürdüler, okudu, fakat bir cevap vermedi. 1865
  • رقعه‌اش بردند پیش میر داد ** خواند او رقعه جوابی وا نداد