English    Türkçe    فارسی   

4
485-509

  • İşle olan öğüt, halkı daha ziyade çeker... Çünkü bu öğüdü sağırların bile can kulakları duyar! 485
  • پند فعلی خلق را جذاب‌تر ** که رسد در جان هر باگوش و کر
  • Sonra bu öğüt de emirlik vehmi de az olur... Bu yüzden halka adamakıllı tesir eder!
  • اندر آن وهم امیری کم بود ** در حشم تاثیر آن محکم بود
  • Allah razı olsun, Osman’ın ilk halifeliğindeki hutbesi, işe öğüt veren, sözle öğüt verenden yeğdir.
  • قصه‌ی آغاز خلافت عثمان رضی الله عنه و خطبه‌ی وی در بیان آنک ناصح فعال به فعل به از ناصح قوال به قول
  • Osman, halife olur olmaz hemen koşup minbere çıktı.
  • قصه‌ی عثمان که بر منبر برفت ** چون خلافت یافت بشتابید تفت
  • Ulular ulusu peygamberin minberi üç basamaktı. Ebubekir, minbere çıkınca ikinci basamağa,
  • منبر مهتر که سه‌پایه بدست ** رفت بوبکر و دوم پایه نشست
  • Ömer de zamanında İslam’a ve dine saygısı dolayısıyla üçüncü basamağa oturmuştu.
  • بر سوم پایه عمر در دور خویش ** از برای حرمت اسلام و کیش
  • Osman’ın devri gelince o üst basamağa çıktı, o bahtı kutlu, oraya oturdu. 490
  • دور عثمان آمد او بالای تخت ** بر شد و بنشست آن محمودبخت
  • Herzevekilin biri ona sordu: “İlk iki halife, Peygamberin yerine oturmadılar.
  • پس سالش کرد شخصی بوالفضول ** که آن دو ننشستند بر جای رسول
  • Sen nasıl oldu da onlardan üstün olmaya kalkışıyorsun? Hâlbuki mertebe bakımından onlardan aşağısın sen.”
  • پس تو چون جستی ازیشان برتری ** چون برتبت تو ازیشان کمتری
  • Osman dedi ki: “Üçüncü basamağa otursaydım beni Ömer’e benziyorum sanırlardı.
  • گفت اگر پایه‌ی سوم را بسپرم ** وهم آید که مثال عمرم
  • İkinci basamağa otursaydım diyebilirlerdi ki bu Ebubekir’e benziyor, onun misli!
  • بر دوم پایه شوم من جای‌جو ** گویی بوبکرست و این هم مثل او
  • Bu üst basamak, Mustafa’nın makamı... O padişaha benzememe zaten imkânı yok. 495
  • هست این بالا مقام مصطفی ** وهم مثلی نیست با آن شه مرا
  • Ondan sonra o merhametli halife, hutbe okuyacak yerde ta ikindiye yakın bir zamana kadar sustu kaldı.
  • بعد از آن بر جای خطبه آن ودود ** تا به قرب عصر لب‌خاموش بود
  • Kimsede, hadi okusana diyecek bir kudret de yoktu, mescitten çıkıp gidecek kudret de!
  • زهره نه کس را که گوید هین بخوان ** یا برون آید ز مسجد آن زمان
  • Halkın ileri olanlarına da bir heybet çökmüştü, bayağılarına da. Mescidin içi, damı nurla dolmuştu!
  • هیبتی بنشسته بد بر خاص و عام ** پر شده نور خدا آن صحن و بام
  • Can gözü açık olanlar o nuru görüyorlardı... Bırak onları, körler bile o nurla hararete gelmiş coşmuşlardı! 
  • هر که بینا ناظر نورش بدی ** کور زان خورشید هم گرم آمدی
  • Körün gözü, güneşin doğduğunu hararetinden anlar. 500
  • پس ز گرمی فهم کردی چشم کور ** که بر آمد آفتابی بی‌فتور
  • Fakat bu hararet, her duyulanın hakikati görülsün diye gözü açar...
  • لیک این گرمی گشاید دیده را ** تا ببیند عین هر بشنیده را
  • Ve hararetinde bir sıkıntı bir hal vardır... Hakiki güneşin hararetiyle gönlü açar, gönle bir ferahlık, bir genişlik verir!
  • گرمیش را ضجرتی و حالتی ** زان تبش دل را گشادی فسحتی
  • Kör, evveline evvel olmayan Allah nuruyla hararetlendi mi ferahından, ben görüyorum, gözlerim açıldı benim der.
  • کور چون شد گرم از نور قدم ** از فرح گوید که من بینا شدم
  • Güzelim, adamakıllı ve hoş bir sarhoşluktur bu... Yalnız can gözünün açılması için aşılacak az bir yol vardır.
  • سخت خوش مستی ولی ای بوالحسن ** پاره‌ای راهست تا بینا شدن
  • Bu körün güneşten nasibidir... Allah doğrusunu daha iyi bilir ya... Bunun gibi belki yüzlerce nasibi de var! 505
  • این نصیب کور باشد ز آفتاب ** صد چنین والله اعلم بالصواب
  • O nuru gören kişinin ahvalini anlatmak, hiç Ebu Ali Sina’nın harcı mıdır?
  • وآنک او آن نور را بینا بود ** شرح او کی کار بوسینا بود
  • Yüz kat kuvvetli bile olsa bu dil, kim oluyor ki eliyle görüş perdesini oynatmaya kalkışıyor?
  • ور شود صد تو که باشد این زبان ** که بجنباند به کف پرده‌ی عیان
  • Perdeye elini sürerse vay ona... Allah kılıcı elini kesiverir!
  • وای بر وی گر بساید پرده را ** تیغ اللهی کند دستش جدا
  • Hatta el de nedir ki? Bilgisizliğinden serkeşlik eden başı bile keser, koparır!
  • دست چه بود خود سرش را بر کند ** آن سری کز جهل سرها می‌کند