English    Türkçe    فارسی   

5
4033-4057

  • Ey benim emrimin lezzetini bulan, ey emrime vefakârlıkta bulunmak üzere canlar veren!
  • ای به دیده لذت امر مرا  ** جان سپرده بهر امرم در وفا 
  • Emre, emrin lezzetine dair mânevi hikâyeyi dinle şimdi!
  • داستان ذوق امر و چاشنیش  ** بشنو اکنون در بیان معنویش 
  • Padişahın, divanda bulunanlara bir mücevher gösterip "Bu ne değerde," diye vezire vermesi, vezirin, mücevherin değerinde ileri gitmesi, padişahın "Kır bu mücevheri" diye emir vermesi üzerine, ben bunu nasıl kırayım, falan filân diye özür getirmesi
  • دادن شاه گوهر را میان دیوان و مجمع به دست وزیر کی این چند ارزد و مبالغه کردن وزیر در قیمت او و فرمودن شاه او را کی اکنون این را بشکن و گفت وزیر کی این را چون بشکنم الی آخر القصه 
  • Padişah, bir gün divana gitti. Bütün memleket büyüklerini divanda toplanmış buldu. 4035
  • شاه روزی جانب دیوان شتافت  ** جمله ارکان را در آن دیوان بیافت 
  • O nurlu padişah, bir mücevher çıkarıp vezirin eline vererek.
  • گوهری بیرون کشید او مستنیر  ** پس نهادش زود در کف وزیر 
  • Dedi ki: Bu, nasıl bir mücevher, değeri nedir? Vezir, yüz eşek yükü altın değerinde bir mücevher dedi.
  • گفت چونست و چه ارزد این گهر  ** گفت به ارزد ز صد خروار زر 
  • Padişah, kır bu mücevheri deyince dedi ki: Nasıl kırabilirim? Senin hazinenin, malının iyiliğini dileyen bir kişiyim ben.
  • گفت بشکن گفت چونش بشکنم  ** نیک‌خواه مخزن و مالت منم 
  • Değer biçilmez böyle bir mücevherin zayi olmasını nasıl reva görebilirim?
  • چون روا دارم که مثل این گهر  ** که نیاید در بها گردد هدر 
  • Padişah vezirin sözünü takdir etti, ona bir elbise ihsan etti. O cömert ve er padişah, inciyi ondan aldı. 4040
  • گفت شاباش و بدادش خلعتی  ** گوهر از وی بستد آن شاه و فتی 
  • O cömert padişah, vezire giydiği elbiselerden başka daha ince ağır elbiseler verdi.
  • کرد ایثار وزیر آن شاه جود  ** هر لباس و حله کو پوشیده بود 
  • Onları bir müddet söze tuttu. Yeni şeylere, eski vakalara ait bahislerde bulundu.
  • ساعتیشان کرد مشغول سخن  ** از قضیه تازه و راز کهن 
  • Sonra mücevheri perdecinin eline verdi, bir isteklisi olsa dedi, ne değer acaba?
  • بعد از آن دادش به دست حاجبی  ** که چه ارزد این به پیش طالبی 
  • Perdeci, bu mücevher dedi, ülkenin yarısı değerinde. Tanrı, ülkeyi tehlikelerden korusun!
  • گفت ارزد این به نیمه‌ی مملکت  ** کش نگهدارا خدا از مهلکت 
  • Padişah, kır bu mücevheri dedi. Perdeci, ey kılıcı güneş gibi parlayan padişahım, bunu kırıp ufalamak pek yazıktır, pek yazık! 4045
  • گفت بشکن گفت ای خورشیدتیغ  ** بس دریغست این شکستن را دریغ 
  • Değeri şöyle dursun, şu parlaklığa bak. Gündüzün nuru bile ona uymada!
  • قیمتش بگذار بین تاب و لمع  ** که شدست این نور روز او را تبع 
  • Bunu kırmaya nasıl elim varır? Nasıl olur da padişahın hazinesine düşman olurum? Dedi.
  • دست کی جنبد مرا در کسر او  ** که خزینه‌ی شاه را باشم عدو 
  • Padişah, ona elbise verdi, gelirini artırdı. Onun aklını övmeye başladı.
  • شاه خلعت داد ادرارش فزود  ** پس دهان در مدح عقل او گشود 
  • Bir müddet sonra mücevheri bir beyin eline verdi. Onu da bir sınadı.
  • بعد یک ساعت به دست میر داد  ** در را آن امتحان کن باز داد 
  • O da öyle söyledi, bütün beyler de. Her birine ağır elbiseler ihsan etti. 4050
  • او همین گفت و همه میران همین  ** هر یکی را خلعتی داد او ثمین 
  • Elbiselerini artırdı, o aşağılık kişileri yoldan çıkardı, kuyuya attı.
  • جامگیهاشان همی‌افزود شاه  ** آن خسیسان را ببرد از ره به جاه 
  • Elli altmış bey, hepsi de veziri taklit ederek böyle söylediler.
  • این چنین گفتند پنجه شصت امیر  ** جمله یک یک هم به تقلید وزیر 
  • Gerçi dünyanın değeri taklittir ama her mukallit de sınanmada rüsvay olur.
  • گرچه تقلدست استون جهان  ** هست رسوا هر مقلد ز امتحان 
  • Mücevherin elden ele devrederek Eyaz'a gelmesi. Onun, öbürlerine uymayıp, padişahın vereceği mala mülke aldanmaksızın, elbiselerin çokluğuna ve hataya düşenlerin aklını öğmesine kapılmaksızın mücevheri kırması. Mukallidi müslüman saymak doğru olamaz. Nadir olarak mukallit de, o Tanrı korumasıyla, inanışında dayanır ve bu imtihanlardan selâmetle kurtulur. Çünkü Hak birdir, ona benzeyen ve insanı yanıltan çok zıtlar vardır. Mukallit, o zıddı tanıyamaz, bu yüzden Hakk'ı da tanımaz. Fakat o, Hakk'ı tanımasa bile Hâk, ona inayet gözüyle bakarsa bu tanımazlık, mukallide ziyan vermez.
  • رسیدن گوهر از دست به دست آخر دور به ایاز و کیاست ایاز و مقلد ناشدن او ایشان را و مغرور ناشدن او به گال و مال دادن شاه و خلعتها و جامگیها افزون کردن و مدح عقل مخطان کردن به مکر و امتحان که کی روا باشد مقلد را مسلمان داشتن مسلمان باشد اما نادر باشد کی مقلد ازین امتحانها به سلامت بیرون آید کی ثبات بینایان ندارد الا من عصم الله زیرا حق یکیست و آن را ضد بسیار غلط‌افکن و مشابه حق مقلد چون آن ضد را نشناسد از آن رو حق را نشناخته باشد اما حق با آن ناشناخت او چو او را به عنایت نگاه دارد آن ناشناخت او را زیان ندارد 
  • Ey Eyaz, söylemiyorsun, bu parlaklıkta, bu güzellikte olan bir mücevherin değeri nedir?
  • ای ایاز اکنون نگویی کین گهر  ** چند می‌ارزد بدین تاب و هنر 
  • Eyaz, söyleyebileceğimden de artık deyince Padişah, peki dedi, hadi öyleyse hemen onu kır, hurdahaş et. 4055
  • گفت افزون زانچ تانم گفت من  ** گفت اکنون زود خردش در شکن 
  • Eyaz'ın yenlerinde taş vardı. Derhal onları çıkarıp mücevheri kırdı, unufak etti.
  • سنگها در آستین بودش شتاب  ** خرد کردش پیش او بود آن صواب 
  • Belki o saf ve temiz delikanlı, bu işi rüyada görmüştü de yenine, koltuğuna iki taş gizlemişti.
  • یا به خواب این دیده بود آن پر صفا  ** کرده بود اندر بغل دو سنگ را