English    Türkçe    فارسی   

6
1156-1180

  • O ay, vahiy güneşinin ardına düşmüş, sahabe de yıldızlar gibi onun ardınca gitmedeydi.
  • در پی خورشید وحی آن مه دوان  ** وآن صحابه در پیش چون اختران 
  • Ay “Sahabem yıldızlara benzer. İyilere, doğru yolu gösterirler, azgınları taşlarlar” diyordu.
  • ماه می‌گوید که اصحابی نجوم  ** للسری قدوه و للطاغی رجوم 
  • Beye, o padişah geldi dediler. Neşesinden çılgın bir halde yerinden sıçradı.
  • میر را گفتند که آن سلطان رسید  ** او ز شادی بی‌دل و جان برجهید 
  • O padişahlar padişahını, kendisi için gelmiş sanıp sevinçten ellerini çırptı.
  • برگمان آن ز شادی زد دو دست  ** کان شهنشه بهر او میر آمدست 
  • Aşağıya inip muştucuya canlar saçıyordu âdeta. 1160
  • چون فرو آمد ز غرفه آن امیر  ** جان همی‌افشاند پامزد بشیر 
  • Yeri öptü, selâm verdi. Yüzü, sevincinden gül gibi kızarmıştı.
  • پس زمین‌بوس و سلام آورد او  ** کرد رخ را از طرب چون ورد او 
  • Buyurun, dedi, yurdumuzu şereflendirin de burası cennete dönsün.
  • گفت بسم‌الله مشرف کن وطن  ** تا که فردوسی شود این انجمن 
  • Evim, gökyüzünden üstün olsun, çünkü zamanın kutbunu gördüm.
  • تا فزاید قصر من بر آسمان  ** که بدیدم قطب دوران زمان 
  • O hürmete değer sultan, onu azarlar gibi dedi ki: Ben seni görmeye gelmedim.
  • گفتش از بهر عتاب آن محترم  ** من برای دیدن تو نامدم 
  • Bey; ruhum sana feda olsun, dedi, hattâ ruh da nedir ki? Lütuf et, bu geliş kimin için? Söyle. 1165
  • گفت روحم آن تو خود روح چیست  ** هین بفرما کین تجشم بهر کیست 
  • Söyle de senin lütuf ve ihsan bağına dikilmiş bir fidan olan o zatın ayaklarına toprak olayım.
  • تا شوم من خاک پای آن کسی  ** که به باغ لطف تستش مغرسی 
  • Mustafa, arşın Hilâl’i nerede? Tevazuundan ay ışığı gibi yerlere döşenen.
  • پس بگفتش کان هلال عرش کو  ** هم‌چو مهتاب از تواضع فرش کو 
  • Kullukta gizlenen padişah, o sırları duymak için dünyaya gelmiş er nerede?
  • آن شهی در بندگی پنهان شده  ** بهر جاسوسی به دنیا آمده 
  • O bizim kulumuz, seyisimiz deme. Şunu bil ki define yıkık yerlerdedir.
  • تو مگو کو بنده و آخرجی ماست  ** این بدان که گنج در ویرانه‌هاست 
  • Binlerce dolunay, ayaklarının altına döşenmiş olan Hilâl, hastalıkla ne âlemde acaba? dedi. 1170
  • ای عجب چونست از سقم آن هلال  ** که هزاران بدر هستش پای‌مال 
  • Bey; hastalığından haberim yok ama dedi, birkaç gündür yanıma gelmedi.
  • گفت از رنجش مرا آگاه نیست  ** لیک روزی چند بر درگاه نیست 
  • O, atlarla katırlarla düşer kalkar, seyis olduğu için şu ahırda yatar.
  • صحبت او با ستور و استرست  ** سایس است و منزلش این آخرست 
  • Mustafa aleyhisselâm’ın, Hilâl’e geçmiş olsun demek için o beyin ahırına girmesi ve –Allah razı olsun—Hilâl’e iltifatta bulunması.
  • در آمدن مصطفی علیه‌السلام از بهر عیادت هلال در ستورگاه آن امیر و نواختن مصطفی هلال را رضی الله عنه 
  • Peygamber, Hilâl’i görmek üzere ahıra girdi araştırmaya başladı.
  • رفت پیغامبر به رغبت بهر او  ** اندر آخر وآمد اندر جست و جو 
  • Ahır karanlık, pis ve berbattı. Fakat ülfet zamanı gelip çatınca bu kötülüklerin hepsi ortadan kalktı.
  • بود آخر مظلم و زشت و پلید  ** وین همه برخاست چون الفت رسید 
  • O erkek aslan, Yusuf’un kokusunu alan Yakup gibi Peygamberin kokusunu aldı. 1175
  • بوی پیغامبر ببرد آن شیر نر  ** هم‌چنانک بوی یوسف را پدر 
  • Mucizeler, imana sebep olmaz, sıfatları çeken cinsiyet kokusudur.
  • موجب ایمان نباشد معجزات  ** بوی جنسیت کند جذب صفات 
  • Mucizeler, düşmanı kahretmek içindir. Halbuki cinsiyet kokusu, gönül almaya insanı âşık etmeye sebep olur.
  • معجزات از بهر قهر دشمنست  ** بوی جنسیت پی دل بردنست 
  • Mucizeler, düşmanı kahreder ama dostu değil. Hiç dostun boynu bağlanır mı?
  • قهر گردد دشمن اما دوست نی  ** دوست کی گردد ببسته گردنی 
  • Hilâl uykudayken Peygamberin kokusunu aldı, bu gübrelik içindeki şu güzel koku nedir ki? dedi.
  • اندر آمد او ز خواب از بوی او  ** گفت سرگین‌دان درون زین گونه بو 
  • Derken atların, katırların ayakları arasında o eşi olmayan Peygamberin tertemiz eteğini gördü. 1180
  • از میان پای استوران بدید  ** دامن پاک رسول بی‌ندید