English    Türkçe    فارسی   

6
3009-3033

  • Toprak bile temiz bir bedenle komşu olduğundan şereflenir, devlet bulursa,
  • خاک از همسایگی جسم پاک  ** چون مشرف آمد و اقبال‌ناک 
  • Artık sen “Önce komşu gerek sonra ev” de. Gönlün varsa yürü, bir gönül sahibi dost ara. 3010
  • پس تو هم الجار ثم الدار گو  ** گر دلی داری برو دلدار جو 
  • Onun toprağı bile can huyunu almış, aziz kişilerin gözlerine sürme olmuştur.
  • خاک او هم‌سیرت جان می‌شود  ** سرمه‌ی چشم عزیزان می‌شود 
  • Nice toprak gibi mezarlarda yatanlar var ki faydaları, feyizleri bakımından yüzlerce diriden yeğ.
  • ای بسا در گور خفته خاک‌وار  ** به ز صد احیا به نفع و انتشار 
  • Gölgesini gizlemiş ama toprağı, gölge vermekte. Yüz binlerce diri, onun gölgesinde gölgelenmekte.
  • سایه برده او و خاکش سایه‌مند  ** صد هزاران زنده در سایه‌ی ویند 
  • Bir adamın Tebriz muhtesibinden aylığı vardı. O aylığa güvenerek borç etmişti. Muhtesibin ölümünden haberi yoktu. Hâsılı onun borcunu kimse vermedi, yine o ölmüş olan muhtesip verdi. Nitekim demişlerdir: Ölüp rahatlaşan ölü değildir, Ölü, yaşadığı halde ölen kişidir
  • داستان آن مرد کی وظیفه داشت از محتسب تبریز و وامها کرده بود بر امید آن وظیفه و او را خبر نه از وفات او حاصل از هیچ زنده‌ای وام او گزارده نشد الا از محتسب متوفی گزارده شد چنانک گفته‌اند لیس من مات فاستراح بمیت انما المیت میت الاحیاء 
  • Bir yoksul borçlanmış, civar memleketlerden kalkıp Tebriz’e gelmişti.
  • آن یکی درویش ز اطراف دیار  ** جانب تبریز آمد وامدار 
  • Dokuz bin altın borcu vardı. O vakit de Tebriz’de Bedrettin Ömer, muhtesipti. 3015
  • نه هزارش وام بد از زر مگر  ** بود در تبریز بدرالدین عمر 
  • Bu öyle bir erdi ki gönlü âdeta bir denizdi. Her kılı bir Hatem kesilmişti.
  • محتسب بد او به دل بحر آمده  ** هر سر مویش یکی حاتم‌کده 
  • Hatem, dünyada olsa ona yoksul olur, önüne baş kor, ayağına toprak olmayı canına minnet bilirdi.
  • حاتم ار بودی گدای او شدی  ** سر نهادی خاک پای او شدی 
  • Birisine bir deniz dolusu iyi su verse o vergisinden utanırdı.
  • گر بدادی تشنه را بحری زلال  ** در کرم شرمنده بودی زان نوال 
  • Bir zerreyi doğu güneşi haline getirse bu ihsanı bile kendisine lâyık görmezdi.
  • ور بکردی ذره‌ای را مشرقی  ** بودی آن در همتش نالایقی 
  • O garip, muhtesipten bir kerem umarak gelmişti. Çünkü o, gariplere bir dost, bir hısım olmuştu âdeta. 3020
  • بر امید او بیامد آن غریب  ** کو غریبان را بدی خویش و نسیب 
  • O garip kişi de âdeta onun kapısına kapılanmış, ihsanını umarak tekrar borç vermeye başlamıştı.
  • با درش بود آن غریب آموخته  ** وام بی‌حد از عطایش توخته 
  • O kerem sahibine güvenerek, onun vergilerini umarak borçlanmaktaydı.
  • هم به پشت آن کریم او وام کرد  ** که ببخششهاش واثق بود مرد 
  • O ümitle bir hayli borca girmede, o huyu kerem ve ihsandan ibaret olan zatın lûtuf denizine dayanarak şundan bundan borç almaktaydı.
  • لا ابالی گشته زو و وام‌جو  ** بر امید قلزم اکرام‌خو 
  • Borç verenlerin suratları asılıyor, o ise o ululuklar, keremler bahçesinin lûtfuna güvenerek gül gibi gülüyordu.
  • وام‌داران روترش او شادکام  ** هم‌چو گل خندان از آن روض الکرام 
  • Birisinin sırtı, Arab’ın güneşinden kızışırsa artık ona Ebuleheb’in kızgınlığından ne gam? 3025
  • گرم شد پشتش ز خورشید عرب  ** چه غمستش از سبال بولهب 
  • Bir adam bulutla sözleşti mi sakaların suyuna muhtaç olur mu artık?
  • چونک دارد عهد و پیوند سحاب  ** کی دریغ آید ز سقایانش آب 
  • Tanrı elini bilen büyücüler, bu ele, bu ayağa el, ayak derler mi hiç?
  • ساحران واقف از دست خدا  ** کی نهند این دست و پا را دست و پا 
  • Aslana güvenen tilki, yumruğu ile kaplanların bile kellesini kırar!
  • روبهی که هست زان شیرانش پشت  ** بشکند کله‌ی پلنگان را به مشت 
  • Tanrı razı olsun, Cafer’in, tek başına bir kaleyi zaptetmeye gelmesi, kaleye sahibolan padişahın onu altetmek için vezirle görüşmesi, vezirin padişaha “Kaleyi teslim et”. Bilgisizlikle hiddete kapılma. Çünkü bu adam, Tanrı’dan kuvvet bulmada. Tanrı onun ruhuna pek büyük bir ordu ihsan etmiş ve saire” demesi
  • آمدن جعفر رضی الله عنه به گرفتن قلعه به تنهایی و مشورت کردن ملک آن قلعه در دفع او و گفتن آن وزیر ملک را کی زنهار تسلیم کن و از جهل تهور مکن کی این مرد میدست و از حق جمعیت عظیم دارد در جان خویش الی آخره 
  • Cafer, tek başına bir kaleyi zapt etti. Kale, onun sonsuz ve kurumuş dudağına bir yudumcuk suydu.
  • چونک جعفر رفت سوی قلعه‌ای  ** قلعه پیش کام خشکش جرعه‌ای 
  • Bir tek atlı, yürümüş, kaleye kadar gelmiş, savaşa hazırlanmıştı. Kaledekiler ürküp kapıyı kapattılar. 3030
  • یک سواره تاخت تا قلعه بکر  ** تا در قلعه ببستند از حذر 
  • Kimsede karşı duracak cüret yoktu. Gemidekilerin ne hadleri vardı ki timsaha karşı koysunlar.
  • زهره نه کس را که پیش آید به جنگ  ** اهل کشتی را چه زهره با نهنگ 
  • Padişah, vezire yüz çevirip “Seninle danışıyorum, böyle bir zamanda ne çare var, ne yapalım?” dedi.
  • روی آورد آن ملک سوی وزیر  ** که چه چاره‌ست اندرین وقت ای مشیر 
  • Vezir dedi ki: Kibri, hileyi bırakıp eline bir kılıç al, boynuna bir kefen at, huzuruna git.
  • گفت آنک ترک گویی کبر و فن  ** پیش او آیی به شمشیر و کفن