English    Türkçe    فارسی   

6
3016-3040

  • Bu öyle bir erdi ki gönlü âdeta bir denizdi. Her kılı bir Hatem kesilmişti.
  • محتسب بد او به دل بحر آمده  ** هر سر مویش یکی حاتم‌کده 
  • Hatem, dünyada olsa ona yoksul olur, önüne baş kor, ayağına toprak olmayı canına minnet bilirdi.
  • حاتم ار بودی گدای او شدی  ** سر نهادی خاک پای او شدی 
  • Birisine bir deniz dolusu iyi su verse o vergisinden utanırdı.
  • گر بدادی تشنه را بحری زلال  ** در کرم شرمنده بودی زان نوال 
  • Bir zerreyi doğu güneşi haline getirse bu ihsanı bile kendisine lâyık görmezdi.
  • ور بکردی ذره‌ای را مشرقی  ** بودی آن در همتش نالایقی 
  • O garip, muhtesipten bir kerem umarak gelmişti. Çünkü o, gariplere bir dost, bir hısım olmuştu âdeta. 3020
  • بر امید او بیامد آن غریب  ** کو غریبان را بدی خویش و نسیب 
  • O garip kişi de âdeta onun kapısına kapılanmış, ihsanını umarak tekrar borç vermeye başlamıştı.
  • با درش بود آن غریب آموخته  ** وام بی‌حد از عطایش توخته 
  • O kerem sahibine güvenerek, onun vergilerini umarak borçlanmaktaydı.
  • هم به پشت آن کریم او وام کرد  ** که ببخششهاش واثق بود مرد 
  • O ümitle bir hayli borca girmede, o huyu kerem ve ihsandan ibaret olan zatın lûtuf denizine dayanarak şundan bundan borç almaktaydı.
  • لا ابالی گشته زو و وام‌جو  ** بر امید قلزم اکرام‌خو 
  • Borç verenlerin suratları asılıyor, o ise o ululuklar, keremler bahçesinin lûtfuna güvenerek gül gibi gülüyordu.
  • وام‌داران روترش او شادکام  ** هم‌چو گل خندان از آن روض الکرام 
  • Birisinin sırtı, Arab’ın güneşinden kızışırsa artık ona Ebuleheb’in kızgınlığından ne gam? 3025
  • گرم شد پشتش ز خورشید عرب  ** چه غمستش از سبال بولهب 
  • Bir adam bulutla sözleşti mi sakaların suyuna muhtaç olur mu artık?
  • چونک دارد عهد و پیوند سحاب  ** کی دریغ آید ز سقایانش آب 
  • Tanrı elini bilen büyücüler, bu ele, bu ayağa el, ayak derler mi hiç?
  • ساحران واقف از دست خدا  ** کی نهند این دست و پا را دست و پا 
  • Aslana güvenen tilki, yumruğu ile kaplanların bile kellesini kırar!
  • روبهی که هست زان شیرانش پشت  ** بشکند کله‌ی پلنگان را به مشت 
  • Tanrı razı olsun, Cafer’in, tek başına bir kaleyi zaptetmeye gelmesi, kaleye sahibolan padişahın onu altetmek için vezirle görüşmesi, vezirin padişaha “Kaleyi teslim et”. Bilgisizlikle hiddete kapılma. Çünkü bu adam, Tanrı’dan kuvvet bulmada. Tanrı onun ruhuna pek büyük bir ordu ihsan etmiş ve saire” demesi
  • آمدن جعفر رضی الله عنه به گرفتن قلعه به تنهایی و مشورت کردن ملک آن قلعه در دفع او و گفتن آن وزیر ملک را کی زنهار تسلیم کن و از جهل تهور مکن کی این مرد میدست و از حق جمعیت عظیم دارد در جان خویش الی آخره 
  • Cafer, tek başına bir kaleyi zapt etti. Kale, onun sonsuz ve kurumuş dudağına bir yudumcuk suydu.
  • چونک جعفر رفت سوی قلعه‌ای  ** قلعه پیش کام خشکش جرعه‌ای 
  • Bir tek atlı, yürümüş, kaleye kadar gelmiş, savaşa hazırlanmıştı. Kaledekiler ürküp kapıyı kapattılar. 3030
  • یک سواره تاخت تا قلعه بکر  ** تا در قلعه ببستند از حذر 
  • Kimsede karşı duracak cüret yoktu. Gemidekilerin ne hadleri vardı ki timsaha karşı koysunlar.
  • زهره نه کس را که پیش آید به جنگ  ** اهل کشتی را چه زهره با نهنگ 
  • Padişah, vezire yüz çevirip “Seninle danışıyorum, böyle bir zamanda ne çare var, ne yapalım?” dedi.
  • روی آورد آن ملک سوی وزیر  ** که چه چاره‌ست اندرین وقت ای مشیر 
  • Vezir dedi ki: Kibri, hileyi bırakıp eline bir kılıç al, boynuna bir kefen at, huzuruna git.
  • گفت آنک ترک گویی کبر و فن  ** پیش او آیی به شمشیر و کفن 
  • Padişah peki ama dedi, bu tek bir kişi değil mi? Vezir, doğru, fakat onun tek oluşunu görüp de bunu ehemmiyetsiz bulma.
  • گفت آخر نه یکی مردیست فرد  ** گفت منگر خوار در فردی مرد 
  • Gözünü aç, kaleye dikkat et. Önünde cıva gibi titreyip durmada. 3035
  • چشم بگشا قلعه را بنگر نکو  ** هم‌چو سیمابست لرزان پیش او 
  • O ise eyerin üstüne öyle bir oturmuş ki sanki doğudakiler de onunla berabermiş, batıdakiler de. Hiçbir şeye aldırmıyor.
  • شسته در زین آن‌چنان محکم‌پیست  ** گوییا شرقی و غربی با ویست 
  • Birkaç fedai, ona saldırdı; kendilerini onun önüne attılar.
  • چند کس هم‌چون فدایی تاختند  ** خویشتن را پیش او انداختند 
  • Fakat hepsini de gürzüyle öldürdü. Hepsi de onun atının ayakları altına baş aşağı düştüler.
  • هر یکی را او بگرزی می‌فکند  ** سر نگوسار اندر اقدام سمند 
  • Tanrı kudreti, ona öyle bir ordu vermiş ki tek başına bir ümmete saldırıyor.
  • داده بودش صنع حق جمعیتی  ** که همی‌زد یک تنه بر امتی 
  • Gözüm, o eri görünce sayı çokluğu gözümden düştü. 3040
  • چشم من چون دید روی آن قباد  ** کثرت اعداد از چشمم فتاد