English    Türkçe    فارسی   

6
3088-3112

  • Safura dedi ki: Yüz binlerce gözüm olsaydı da hepsini feda etseydim. Fakat ne fayda, yok ki! Buna acıklanıyorum.
  • گفت حسرت می‌خورم که صد هزار  ** دیده بودی تا همی‌کردم نثار 
  • Göz pencerem, ayın nuru ile yıkıldı ama ay, define gibi bu yıkık yeri yurt edindi.
  • روزن چشمم ز مه ویران شدست  ** لیک مه چون گنج در ویران نشست 
  • Define, artık bu yıkık yurdu, ev mi, dam mı, düşünmeye vakit bırakır mı? 3090
  • کی گذارد گنج کین ویرانه‌ام  ** یاد آرد از رواق و خانه‌ام 
  • Yusuf sokaktan geçerken yüzünün nuru her evin kafesinden içeri vururdu.
  • نور روی یوسفی وقت عبور  ** می‌فتادی در شباک هر قصور 
  • Evdekiler, Yusuf bir yere gidiyor yine derlerdi.
  • پس بگفتندی درون خانه در  ** یوسفست این سو به سیران و گذر 
  • Köşede bucakta oturanlarda duvarda bir nur gördüler mi Yusuf’un geçtiğini anlarlardı.
  • زانک بر دیوار دیدندی شعاع  ** فهم کردندی پس اصحاب بقاع 
  • O tarafa penceresi bulunan ev, Yusuf’un geçişişinden ululanır, şeref bulurdu.
  • خانه‌ای را کش دریچه‌ست آن طرف  ** دارد از سیران آن یوسف شرف 
  • Hadi Yusuf’un geçeceği tarafa bir pencere aç da oraya otur, seyrine bak! 3095
  • هین دریچه سوی یوسف باز کن  ** وز شکافش فرجه‌ای آغاز کن 
  • Âşık olmak, o yana bir pencere açmaktır. Çünkü gönül, dostun cemali ile aydınlanır.
  • عشق‌ورزی آن دریچه کردنست  ** کز جمال دوست سینه روشنست 
  • Şu halde daima sevgilinin yüzüne bak. Babacığım, dinle, bu senin elindedir.
  • پس هماره روی معشوقه نگر  ** این به دست تست بشنو ای پدر 
  • Gönüllere girmeye yol bul, başkalarını düşünmeyi bırak.
  • راه کن در اندرونها خویش را  ** دور کن ادراک غیراندیش را 
  • Kimya elinde, deriyi bununla tedavi et de bu sıfatla düşmanları kendine dost edin!
  • کیمیا داری دوای پوست کن  ** دشمنان را زین صناعت دوست کن 
  • Güzelleştin mi o güzele ulaşırsın da o, ruhu kimsesizlikten kurtarır. 3100
  • چون شدی زیبا بدان زیبا رسی  ** که رهاند روح را از بی‌کسی 
  • Onun rutubeti can bahçelerini besler, yetiştirir. Soluğu gamdan ölmüş kişiyi diriltir.
  • پرورش مر باغ جانها را نمش  ** زنده کرده مرده‌ی غم را دمش 
  • Yalnız aşağılık cihan saltanatını vermez, yüz binlerce çeşit çeşit saltanatlar bağışlar.
  • نه همه ملک جهان دون دهد  ** صد هزاران ملک گوناگون دهد 
  • Tanrı, Yusuf’a güzellik saltanatını bağışlamakla beraber bir de ders vermeden, meşk etmeden rüya yorma saltanatını bağışlamıştı.
  • بر سر ملک جمالش داد حق  ** ملکت تعبیر بی‌درس و سبق 
  • Güzelliği onu zindana çekti, bilgisi de Zuhal yıldızına dek yüceltti onu.
  • ملکت حسنش سوی زندان کشید  ** ملکت علمش سوی کیوان کشید 
  • Bu bilgi ve hüner yüzünden padişah, ona kul oldu. Bilgi padişahlığı, güzellik saltanatından da üstün oldu ve takdir edildi. 3105
  • شه غلام او شد از علم و هنر  ** ملک علم از ملک حسن استوده‌تر 
  • Borçlu adamın, o muhtesibin yardımını umarak Tebriz’e gelmesi
  • رجوع کردن به حکایت آن شخص وام کرده و آمدن او به امید عنایت آن محتسب سوی تبریز 
  • O dertlere uğramış garip de borç korkusu ile yola düştü, o esenlik yurduna hareket etti.
  • آن غریب ممتحن از بیم وام  ** در ره آمد سوی آن دارالسلام 
  • Tebriz’e gül bahçelerinin yurduna yöneldi. Ve gül bahçesinde sırt üstü yatarak ümit uykusuna dalmıştı.
  • شد سوی تبریز و کوی گلستان  ** خفته اومیدش فراز گل ستان 
  • Şimdi, yüce Tebriz ülkesinden, o saltanat yurdundan parlayıp aydınlanmakta, nura nur katmaktaydı.
  • زد ز دارالملک تبریز سنی  ** بر امیدش روشنی بر روشنی 
  • O erlerin oturduğu bahçeyi görünce canı gülüyor Yusuf’un kokusunu alıyor, vuslat Mısrını duyuyordu.
  • جانش خندان شد از آن روضه‌ی رجال  ** از نسیم یوسف و مصر وصال 
  • Dedi ki: Ey deveyi süren, devemi ıhlat, bana yardım geldi, yoksulluğun uçup gitti. 3110
  • گفت یا حادی انخ لی ناقتی  ** جاء اسعادی و طارت فاقتی 
  • Çök ey devem, işler güzelleşti. Şüphe yok ki Tebriz, gönüllerin çöktükleri bir yurttur.
  • ابرکی یا ناقتی طاب الامور  ** ان تبریزا مناخات الصدور 
  • Ey devem bahçelerin kenarlarında yayıl. Tebriz, bize ne güzel de bir feyiz yeri ya!
  • اسرحی یا ناقتی حول الریاض  ** ان تبریزا لنا نعم المفاض