English    Türkçe    فارسی   

1
1266-1290

  • Yüzümün rengini görmüyor musun? Altın sarısı gibi. Rengim, ne halde olduğumu bildiriyor.
  • رنگ رویم را نمی‌‌بینی چو زر ** ز اندرون خود می‌‌دهد رنگم خبر
  • Tanrı yüze “bildirici” demiştir. Onun için ariflerin gözü, yüze dalmış, kalmıştır.
  • حق چو سیما را معرف خوانده است ** چشم عارف سوی سیما مانده است‌‌
  • Renk ve koku, çan gibi haber verir; atın kişnemesi, atın mevcudiyetini bildirir.
  • رنگ و بو غماز آمد چون جرس ** از فرس آگه کند بانگ فرس‌‌
  • Eşeğin sesini, kapının sesinden fark edesin diye her şeyin sesi, o şeyi haber verir.
  • بانگ هر چیزی رساند زو خبر ** تا بدانی بانگ خر از بانگ در
  • Peygamber insanları ayırt etmek hususunda “insan, sözünde gizlidir” dedi. 1270
  • گفت پیغمبر به تمییز کسان ** مرء مخفی لدی طی اللسان‌‌
  • Yüzün renginde gönül halinden bir nişan vardır. Bana acı, sevgi kalbinde tut!
  • رنگ رو از حال دل دارد نشان ** رحمتم کن مهر من در دل نشان‌‌
  • Kırmızı yüz, sahibinin refah ve saadetine delâlet eder, sarı yüz, sahibinin meşakkat ve belâ içinde olduğunu bildirir.
  • رنگ روی سرخ دارد بانگ شکر ** بانگ روی زرد باشد صبر و نکر
  • Elimi, ayağımı alana, yüzümün rengini uçurana, kuvvetimi giderene, çehremi bozana uğradım.
  • در من آمد آن که دست و پا برد ** رنگ رو و قوت و سیما برد
  • Önüne geleni kırma, ağaçları kökünden, dibinden söküp çıkarana sataştım.
  • آن که در هر چه در آید بشکند ** هر درخت از بیخ و بن او بر کند
  • Adamları, hayvanları, cemadat ve nebatatı mat edene rastladım. 1275
  • در من آمد آن که از وی گشت مات ** آدمی و جانور جامد نبات‌‌
  • Bunlar cüziyattır, külliyatın da onun yüzünden renkleri sararmış, kokuları bozulmuştur.
  • این خود اجزایند کلیات از او ** زرد کرده رنگ و فاسد کرده بو
  • Cihan; gâh sabredip gâh şükrettikçe bağlar, bahçeler, gâh giyinir, gâh çırçıplak kalır;
  • تا جهان گه صابر است و گه شکور ** بوستان گه حله پوشد گاه عور
  • Güneş, ateş renginde doğmuşken diğer bir saatte baş aşağı batar;
  • آفتابی کاو بر آید نارگون ** ساعتی دیگر شود او سر نگون‌‌
  • Göklerde parıldayan yıldızlar; zaman zaman ihtiraka uğrarlar;
  • اختران تافته بر چار طاق ** لحظه لحظه مبتلای احتراق‌‌
  • Güzellikte yıldızlardan daha parlak olan ay da ince ağrıya tutulup hilâl olur; 1280
  • ماه کاو افزود ز اختر در جمال ** شد ز رنج دق او همچون خیال‌‌
  • Çok sakin ve edepli olan bu yeri de sarsıntı sıtmaya düşürür;
  • این زمین با سکون با ادب ** اندر آرد زلزله‌‌ش در لرز تب‌‌
  • Nice dağlar, bu ansızın gelen felâketten dolayı yeryüzüne kumlar gibi dağılıvermişlerdir!
  • ای بسا که زین بلای مرده‌‌ریگ ** گشته است اندر جهان او خرد و ریگ‌‌
  • Ruhla eş olan hava bile kaza baş gösterince veba kesilir, ufunetlenir:
  • این هوا با روح آمد مقترن ** چون قضا آید وبا گشت و عفن‌‌
  • Ruhun kız kardeşi olan lâtif su, bir gölcükte sarı, acı ve bulanık bir hale gelir;
  • آب خوش کاو روح را همشیره شد ** در غدیری زرد و تلخ و تیره شد
  • Azametli ve kibirli ateşi bile bir yel söndürüverir! 1285
  • آتشی کاو باد دارد در بروت ** هم یکی بادی بر او خواند یموت‌‌
  • Denizin halini de ıstırabından, coşkunluğundan anla, aklının değişik durduğunu, kalıptan kalıba girdiğini bil!
  • حال دریا ز اضطراب و جوش او ** فهم کن تبدیلهای هوش او
  • Tanrı rızasını arayıp duran başı dönmüş feleğin hali de oğullarının hali gibidir:
  • چرخ سر گردان که اندر جستجوست ** حال او چون حال فرزندان اوست‌‌
  • Gâh en altta, gâh ortada, gâh en tepede. Onda da bölük bölük kutlu ve yomsuz zamanlar var!
  • گه حضیض و گه میانه گاه اوج ** اندر او از سعد و نحسی فوج فوج‌‌
  • Ey külliyat ile karışmış olan, ey insan! Basit cisimlerin halini de kendinden kıyas et!
  • از خود ای جزوی ز کلها مختلط ** فهم می‌‌کن حالت هر منبسط
  • Külliyatın böyle hastalıkları, böyle dertleri olunca onların cüzülerinin yüzü nasıl sararmaz? 1290
  • چون که کلیات را رنج است و درد ** جزو ایشان چون نباشد روی زرد